Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
Yaşam, tüm varlıkları kuşatan geniş bir sahne gibidir. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar bu sahnede yerlerini alırken, onların varoluş biçimlerini belirleyen temel fark, akıl ve bilinçtir. Peki, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik nedir? Sadece hayatta kalma mücadelesi mi, yoksa anlam arayışı mı?
İnsan hayatını üç temel mertebede ele alabiliriz: bitkisel, hayvani ve insani yaşam. Bu kategoriler, biyolojik varoluşun ötesinde, bireylerin hayata bakış açılarını ve toplumsal rollerini anlamamıza yardımcı olabilir.
Bitkiler, doğanın en temel canlılarıdır. Kendi iradeleriyle karar vermezler; suyu, güneşi ve toprağı bulduklarında yaşamlarını sürdürürler. İnsan dünyasında da bu yaşam tarzına benzeyen bir durum söz konusu olabilir: Temel ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmış, sorgulamayan, değişime kapalı bir varoluş.
Elbette, insanın bir dönem bu aşamada olması doğaldır. Ancak yalnızca biyolojik ihtiyaçlarıyla sınırlı kalan, zihinsel ve kültürel gelişimini ihmal eden bir yaşam, insanın potansiyelini gerçekleştirmesine engel olabilir. Tarihte pek çok düşünür, insanın yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılayarak tatmin olduğu bir hayatı “eksik” görmüştür. Aristoteles’e göre insan, doğası gereği öğrenmeye ve gelişmeye açıktır. Bitkisel bir hayat, bu gelişimi reddeden bir tutumla şekillenir. Dinin ilk basamağı olan kelime-i tevhit cümlesi iradeyi öne çıkaran “la ilahe illallah” la (hayır) ile başlar.
Hayvanlar ise içgüdüleriyle hareket eder ve çoğunlukla bir güç dengesi içinde yaşarlar. Bu dünyada zayıf olanın güçlü karşısında şansı azdır. İnsan toplumlarında da benzer şekilde, yalnızca bireysel çıkarlarını önceleyen ve rekabeti merkeze alan bir anlayış hâkim olabilir.
Modern dünyada bireysel başarıyı ön planda tutan, sadece kazanma arzusuyla hareket eden bir yaşam tarzı, bu mertebeyle benzerlik gösterir. Kendi çıkarlarını merkeze koyan, diğerlerini birer rakip olarak gören bir anlayış, toplumsal bağları zayıflatabilir. Oysa insan, sadece kendi mutluluğunu değil, çevresindeki insanların da refahını gözeten bir varlık olarak öne çıkmalıdır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli unsur akıl, bilinç ve değerler dünyasıdır. Tarih boyunca filozoflar ve düşünürler, insanın sadece biyolojik varlığıyla tanımlanamayacağını vurgulamıştır. İbn Sina ve Farabi gibi düşünürler, insanın akıl yoluyla etik değerler geliştirdiğini ve bu değerler sayesinde toplumsal bir düzen inşa ettiğini savunmuştur.
İnsani seviyede yaşayan bireyler, sadece bireysel haz ve güç arayışına kapılmadan, başkalarının iyiliğini de önemser. Empati, adalet, yardımlaşma gibi kavramlar, bu yaşam tarzının temel taşlarıdır. Gerçek bir medeniyet, ancak bireylerin bu bilinç düzeyine ulaşmasıyla inşa edilebilir. Nitekim tarih boyunca büyük uygarlıklar, sadece maddi zenginlikleriyle değil, aynı zamanda sanatı, felsefeyi ve insan haklarını geliştirmeleriyle anılmışlardır.
Her insan, bu üç yaşam mertebesinden hangisinde olacağını kendi belirler. Sadece temel ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını sürdüren, sorgulamayan bir birey mi olacak? Yoksa gücünü ve çıkarlarını merkeze alarak, rekabetin içinde mi kaybolacak? Yoksa değerler dünyasını önemseyerek, insani bir yaşam mı kuracak?
Bu seçim, sadece bireyin kendisini değil, içinde yaşadığı toplumu da şekillendirir. Zira, bir toplumun geleceği, bireylerinin hangi değerleri benimsediğine bağlıdır. Eğer insanlık, akıl ve etik değerleri ön planda tutarsa, daha adil, daha merhametli ve daha gelişmiş bir dünya inşa edebilir.
İnsan yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda bir anlam arayıcısıdır. Gerçek insanlık, ancak bireyin kendisini aşarak başkalarına da fayda sağladığı noktada başlar. Hz. Peygamberin (sav) dediği gibi: “İnsanların en hayırlısı, insanlığa en çok faydası dokunandır.”