Gazeteci Sevinç Özarslan, KHK ile kapatılan Cihan Haber Ajansı’nda ve Aksiyon dergisinde yayın yönetmenliği yapan gazeteci-yazar Bülent Korucu’nun eşi Hacer Korucu ile çarpıcı bir röportaja imza attı.
Kendi yoksa eşi
15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL döneminde Bülent Korucu’yu gözaltına almaya gelen polisler Korucu’yu evde bulamayınca eşi Hacer Korucu’yu gözaltına alırlar. Savcı da iddianameye, “ikamette olmadığı için Bülent Korucu’nun ele geçirilemediği, bunun üzerine Hacer Korucu’nun Cumhuriyet Başsavcılığımızca verilen talimat doğrultusunda gözaltına alındığı… ” diye yazar.
Özarslan’ın ”Türkiye’nin yakın tarihindeki hukuksuzlara dair çarpıcı bilgiler içeren önemli bir tanıklıktır.” dediği röportajdan aktarıyoruz:
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Erzurum’da doğdum, büyüdüm. Erzurum Kız Meslek Lisesi mezunuyum. Moda, tasarım benim hayalimdi. O yüzden 1989’de Gazi Üniversitesi Giyim Öğretmenliği bölümünü kazandım ama başörtüsü sorunları nedeniyle okuyamadım. 28 Şubat döneminden önce de başörtüsü sorunları vardı, özellikle Ankara’da çok baskındı. O protestolara giden, okuma hakkını isteyen kızlardan biriyim ama ailem Ankara’ya o ateşin içine beni göndermeyi göze alamadı. Eğitim hakkımı daha sonra kullanmak istedim ama artık olayların iyice arttığı dönemlere denk geldi. Sonra, Bülent beyle evlendik, yuva kurduk, eşimin işi nedeniyle İstanbul’a yerleştik, 5 çocuğumuz oldu. Liseden sonra bir moda atölyesinde moda ve dizayn eğitimi almıştım. Dört-beş yıl tasarım üzerine çalıştım. Çocuklar biraz büyüdükten sonra İstanbul’da proje yazma ve yönetme ile ilgili çeşitli eğitim ve seminerler aldım. Çocuklarım biraz büyüdükten sonra, sosyal hayata daha aktif bir şekilde katılmak istedim ve çeşitli kadın derneklerinde gönüllü olarak aktif oldum.
Son 15 yılım ise İstanbul’da çeşitli derneklerde kadınları toplumda güçlendirmek üzerine projeler yapmakla geçti. Proje koordinatörlüğü, liderliği yaptım ve ilk projem, evlerinde oturan onlarca genç kızı iş piyasasına katan bir proje oldu. En son Şifa Sağlık Derneği çatısı altında; Soma maden faciasında vefat eden insanların eşlerinin yaptıkları el işlerini İstanbul’a getirip, orada pazarlayarak kadınlara ekonomik destek sağlama üzerine bir proje üzerinde çalışıyorduk ki, gözaltına alındım.
Hangi gerekçeyle gözaltına alındınız?
Sadece ve sadece Bülent Korucu’nun, bir gazetecinin eşi olduğum için gözaltına alındım. Yani eşime karşı bir rehine olarak beni aldılar.
Neredeydiniz? İstanbul’daki evinizde mi?
Yok, hayır. 2016 yılının Ramazan Bayramı için Erzurum’a gitmiştik. Annemize, babamıza, çocuklarımın dedelerine yaptığı son bayram ziyaretiydi. Biz oradayken 15 Temmuz oldu. Eşimin işi acil olduğu için İstanbul’a dönmesi gerekti ve bizden ayrıldı. O sırada annemlerin evinde kalıyordum. Bir gecede tüm ülkede terörist ilan edilmiştik. Bu durum karşısında çocuklarımın ve kendi can güvenliğimden büyük endişe duyuyordum.
Her gece sabaha kadar uyuyamıyordum. Balkondan dışarı baktığımda, sokaklarda slogan atan kalabalıklar ve sarhoş gençler nara atarak yürüyorlardı. Çocuklarım için endişelendim. Komşularımız ve akrabalarımız bizim Erzurum’da olduğumuzu biliyorlardı. Yapılacak bir ihbarla evimiz basılabilir ve dışarıdaki bu kontrolsüz kalabalık bize zarar verebilirdi.
Üzerimde büyük bir baskı vardı. Yakın çevreme dahi doğruları, suçsuz olduğumuzu anlatmak imkansızdı. Ben evden hiç çıkmadan saatlerce kanepede oturup ülkem için dua ettiğimi, Kur’an okuduğumu hatırlıyorum.
30 Temmuz 2016’da saat 16 civarı annemin evine bir grup polis geldi. ‘Bülent Korucu burada kalıyormuş, ihbar var, küçük kızıyla buralarda dolaşıyormuş’ dediler. Eşimin evde olmadığını söyledim. Şöyle bir durdular. ‘Siz neyi oluyorsunuz?’ diye sordular. ‘Eşiyim, evde kimse yok, bir annem, bir de ben varım’ dedim. İki kızım o zaman küçüktü. Abisi onları parka oynamaya götürmüştü.
Savcı: Eşini alın gelin
Savcıyı aradılar. Eşimin evde olmadığını söylediler. Savcı o kadar yüksek ve agresif bir sesle konuşuyor ki, duyabiliyordum. ‘Kim var evde?’ dedi. ‘Eşi ve yaşlı annesi’ dediler. ‘Tamam eşini alın gelin’ dedi. ‘Ama efendim, eşi hakkında herhangi bir gözaltı kararı yok.’ dedi. Savcı ‘Yolla birisini ben yazarım. Siz orada bekleyin, ayrılmayın’ dedi. Polisler kapının dışında beklediler, içeri girmediler, oturmaları için sandalye verdik. Birini savcıya gönderdiler. Giden polis yarım saat sonra elinde belgeyle geri geldi ve ben o andan itibaren savcının yazdığı o keyfi tutanakla terörist ilan edildim, suçlu pozisyona düşürüldüm ve silahlı terör örgütüyle suçlanmaya başladım.

”Delil diye babamın ilahi kasetlerini aldılar”
Evimizin dört tarafı sarılmış sokak başları tutulmuştu. Polisler tabi ki hemen içeri girdiler. Benim olmayan, vefat etmiş babama ve yaşlı anneme ait evi arayarak aleyhimizde delil bulmayı umuyorlardı. Cüzdanımdan eşimin kredi kartı üzerinden çıkarılan ve ek kart olan Bank Asya kartımı aldılar.
Babamın ilahi ve Kur’an kasetlerini delil diye aldılar. Babam hafızdı. Çok iyi Kur’an okurdu. Kendi sesinden ilahi kasetleri vardı. Annem polislere ‘Oğlum onlar eşimin kasetleri’ dedi. Hepsini toplayıp, torbaya doldurmak istediler. Ben ve annem polislerle çok sert tartışmalara girdik. Annem eşinin yadigarlarını vermek istemiyordu. Artık çalmayan eski kasetlerdi çoğu. Babam, Bülent beyin fotoğraflarının olduğu bazı gazete kupürlerini kesmiş saklamış, onları da delil diye aldılar. Hadis kitaplarını tutanağa yazdılar.
Polisler ara ara annemi, beni ve oğlumu yalnız bir köşeye çekiyorlar ve tehdit ediyorlardı: ‘Teyze damadının yerini söyle. Bak kızını alıp götüreceğiz, çocukları var diyorsun yazık olur. Damadın gelene kadar aileden herkesi teker teker içeri alacağız haberiniz olsun.’ Annem panikledi, ağlamaya başladı, ben onu sakinleştirmeye çalışıyorum.
O esnada arama yapan polisler odalardan ‘Buldum buldum’ diye bağırıyor, aynı anda hepsi birden o tarafa koşuyor. Merak ediyorum delil olarak ne bulmuş olabilirler diye? Ne buldunuz diye soruyorum. 1 Dolar.
Bir oğlum yurtdışında okuyordu. O da tatil için yanımıza yeni gelmişti. Polisler valizinde bulunan 5, 10 dolarlar arasından 1 dolarları seçmişler ve delil diye tutanağa geçirdiler. ‘Bakın oğlum üniversite okuyor, orada ve havaalanından girip çıkarken o dolarları kullanıyor.’ dedim, anlatamadım.
Odadan odaya sürekli koşuyorlardı. Aramızda sürekli çok sert ve gergin konuşmalar geçti. Hep bağırıyorlardı. Çok şükür o an çocuklar parka gitmişti, bu arbedeleri görmediler. Küçük kızım o zaman daha 5,5 yaşındaydı, diğeri 11 yaşında. Üç oğlum var, onların yaşı daha büyüktü.
Arama bittikten sonra ‘Seni götüreceğiz’ dediler. Hazırlandım. ‘Çok bir şey almana gerek yok, 2-3 gün kalırsın, fazla tutmazlar’ dedi bir polis. Annen 65 yaşındaydı 20 gün önce İstanbul’da iki dizinden diz kapağı protez ameliyat olmuştu ve ilerlemiş eklem romatizma hastalığı vardı. Bu nedenle bakımını ben yapıyordum. Beni götürdükleri esnada çok ağladı. “Onu götürmeyin beni götürün, kızımın küçük çocukları var” diye ağladı. Annemi teselli edemeden minibüse bindirildim.
”Eşin teslim olana kadar herkesi alacağız”
Evden çıkmadan oğlum geldi. Oğlumun valizindeki kıyafetleri ölçüyorlar. ‘Bu senin değil, babanın, çabuk söyle, baban nerede?’ Oğlumu, “Babanın yerini söyleyin, yoksa sırayla seni ve kardeşlerini alacağız” diye tehdit ediyorlardı. Sonra bana şunu söylediler. ‘Eşinin yerini söylemezsen bugün seni alırız, yarın oğlunu, öbür gün babasını… Ta ki eşin teslim olana kadar sırayla herkesi alacağız, söylemeden kurtulamazsınız, haberiniz olsun.’ Bu şekilde tehditler yapıldı. Bu tehditler beni çok korkutmuştu, yakınlarıma zarar gelmesin diye beni gözaltına almalarına razı olmak zorunda kaldım. Bu insanlık dışı, korkunç bir pazarlıktı… Ve ben o şekilde gözaltına alındım.
”Savcı bey, kızımın oyuncak dolarlarını sordu”
Erzurum Gürcükapı Karakoluna götürülmeden önce sağlık kontrolüne gittik, sonra da savcının karşısına çıkabildim. Savcı benim için tutanak düzenleyen savcıydı. Agresif ve gergin bir ses tonuyla ‘Evinde sayısız dolar çıktı ne diyeceksin?’ dedi. Hayır mümkün değil deyince bağırdı. ‘Yalan mı söylüyorum, delil olarak İstanbul’daki evinden alındı’ dedi. O an aklıma küçük kızımın oyuncak paraları geldi. ‘Onlar küçük kızın oyuncak paraları olabilir’ dedim. Sinirli bir şekilde arama tutanağını çıkardı ve okudu ki evet paralar oyuncaktı. Çok bozuldu. Anlaşılan o ki beni gözaltına almak icin tutanak yazan savcı bey bir tutanağı okumaktan aciz. Kurgu savcılar, kurgulanmış roller oynuyorlardı.
”Tuvalet musluğundan akan suyu içmek zorunda kalınca dizanteri oldum”
9 gün gözaltında kaldım. Benimle birlikte nezarette 3 kişiydik. Öğretmen, katip vardı. Darbe yapmışız gibi çok sert davranıyorlardı. Psikolojik şiddet çok yüksekti. Televizyonun sesi 24 saat sonuna kadar açıktı. Ses hoparlörden nezarete veriliyordu ve sabaha kadar uyuyamıyorduk.
Sonra bize su vermediler. Kahvaltıda bir kaç zeytin, ekmek geliyor ve iki öğünde yemek vardı, her öğünde en kucuk plastikten bir bardak su getiriyorlardı. ‘Çok su içmek istiyorsanız tuvaletin suyundan içeceksiniz’ dediler. Bütün emniyetteki muslukların üzerinde de ‘Musluktan su içmeyin, tehlikeli’ yazıyor. İçmek zorunda kaldık ve dizanteriye yakalandım.
Nezaretteki son 4-5 günüm kendimden geçmiş bir şekilde yüksek ateşle yatarak geçti. Son günlerde ben yalnız kalmıştım. Diğerleri gitmişlerdi. Yiyemiyorum, içemiyorum, yerimden kalkamıyorum, bir tek tuvalete onların eşliğinde gidip geri geliyorum. İstifra ve ishal çok fazla. Tuvalet ihtiyacı için dakikalarca demire vurmaktan yorgun düşüyordum fakat gelen olmuyordu. Aralarında konuşuyorlar duyuyorum ve beni de duyuyorlar ama vaktinde gelmiyorlardı. Fakat benim karın ağrısı ve mide bulantısı şikayetlerim çok artmış ve vücudumu kontrol edemez olmuştum. Nezaretin kapısını açmak için gelen polise ‘Biraz daha geç gelirseniz sonuçlarına siz katlanırsınız’ dedim. Bir sonraki sefer vaktinde kapımı açmaya başladılar.
”Kendi paramla dahi su alamadım”
5 Ağustos’ta ateşten ayağa kalkamıyordum fakat kimse benimle ilgilenmiyor, ısrarlarım üzerine bir adet ateş düşürücü alabildim. Su yok, hijyen yok ve nezaret şartları çok kötü. Kendi paramla dahi su satın aldırtamadım. Hastalığım boyunca tuvaletteki kirli suyu içmek zorunda kaldım.
Bu arada beni arayan ailem ve çocuklarıma karakoldan ‘Hacer Korucu polis evinde bir odada tutuluyor, endişe etmeyin, durumu çok iyi’ demişler. Tabi nerden tahmin edeceklerdi bu boyutta bir düşmanlığı…
”Seni hastaneye götüremeyiz, sen bunu hak ettin”
Sizi hastaneye götürmediler mi?
6 Ağustos’ta hastalığım dayanılmaz bir boyuta geldi. Artık sık sık kendimi kaybediyorum ve kendime geldikçe hastaneye götürülmek için yalvarıyorum. Bu durum o gün akşama kadar sürdü. Ateş düşürücü, ağrı kesici istiyorum. Memurlar ‘Biz sorumluluk almayız’ diyerek birbirlerine bakıyor, ‘Verelim mi?’ diye soruyorlar, sorumluluğu birbirlerine atıyorlardı.
Durumum kötüleşince o gün içinde 3 kez ambulans çağırdılar. 1. ambulanstaki görevliler serum taktı, ilaç verdi, gittiler ama çok kısa bir süre sonra sağlık durumum tekrar kötüleşince 2. ambulans geldi. O da aynı şekilde ilaçları verip gitmek isteyince bu sefer yalvardım, ‘Ne olur beni hastaneye götürün, çünkü git gide kötü oluyorum. Verdiğiniz ilaçlar etki etmiyor.’ dedim. Ambulans görevlileri ‘Seni hastaneye götüremeyiz, yetkimiz yok.’ dediler.
Tekrar baygınlık geçirdim artık kalkacak ve konuşacak takatim kalmamıştı. Ara ara kendime geldiğimde polislerin kendi aralarında konuştuğunu ‘Kadının durumu çok kötü’ dediklerini duyuyorum. Ben artık burada ölüyorum, ailemin de haberi yok diye düşünmeye başladım. 2 ambulans da aynı hakareti etti ve bir an önce gitmek istedi ama ben çok ağırlaşmıştım. Üçüncü ambulansı çağırdılar.
3. ambulansta iki kadın hemşire, bir erkek vardı. Kadınlardan biri ‘Sen bunu hak ettin, o darbeyi yapmayacaktın, sen hainsin, şimdi de çek.’ dedi. Ve bana aşağılayıcı bir şekilde bakıyorlardı. Kısa bir görüşmenin ardından, anlaşılan birinin inisiyatifiyle, beni 3. ambulansla Palandöken Devlet Hastanesi Acil Servisine götürmek zorunda kaldılar. Doktor dizanteri teşhisi koydu. Belgesi var.
”Doktor polislere ne dediyse çok paniklediler”
Benim tutuklandığım dönemde gerçekten çok zalimdiler. Zulüm aralarında yarışıyorlardı. Yaşadıklarımı hatırlamak bana acı veriyor ve aklım o anları hatırlamak istemiyor. Ateşim 40 derece olmuş, ellerim kelepçeli, yürüyecek halim yok… Bu halde doktorun yanına girdik, doktor polislere artık ne dediyse çok ciddi paniklediler. Hastaneye yatırmaları gerekiyor ama yatırmadılar. Serum verildi, biraz toparlandım. Doktor ‘Beslenmesine çok dikkat edilecek, bol su vereceksiniz, yoksa hastalık çok tehlikeli bir noktada’ dedi…
Hastaneden çıkar çıkmaz gördükleri ilk markette durdular; bana yoğurt ve su aldılar. O günden sonra benim nezaretime koli koli su getirdiler ama ben 1 gün sonra sorguya götürüldüğüm için son anda geldikleri insaf bir işe yaramadı.
Hastanede şöyle bir olaya şahitlik ettim; iki polis konuşuyor, perde var aramızda, kim olduklarını göremiyorum. Hoşlanmadıkları bir polisten bahsediyorlar, amirleri de olabilir ‘Çok emir yağdırıyor, bir ihbarlık işi var, f..ö de işi bitsin.’ Bu konuşmayı duyunca içinde bulunduğum durumun vehametini daha iyi anlamıştım. Kim kime çelme takmak istiyorsa f..ö deyip ayağını kaydırmaya müsaitti.
Hastaneden sonra sorguya mı götürüldünüz?
Evet 1 gün sonra götürdüler. Dizanteri, bağırsak ve mide kramplarıyla… Önce bir polis amiri sorguladı. Durmadan bana ve eşime hakaret etti. Çocuklarıma hakaret ederek psikolojimi çökertmeye çalıştı. Hop oturup hop kalkıyor, sürekli sigara yakıyor, dışarıya çıkıp içeri giriyordu. Çok sinirli bir şekilde üzerime yürüdü. ‘Bana hiçbir şeyi yutturamazsın, ben suçluyu duruşundan tanırım, suçlu gibi duruyorsun’ dedi. Ben ise o esnada midemde kramplardan doğrulamıyorum. İki büklüm duruyorum.
”Nezarette ölümle pençeleştim”
Ne sordular?
Bülent beyin nerede olduğunu sordular. Onu sakladığımı iddia ettiler. Eşimin gazetedeki arkadaşlarını sordular. ‘Ekrem Dumanlı’yı, falancayı, filancayı tanıyor musun’ gibi. Benim onları tanımamam imkansızdı, hepsi eşimin iş arkadaşları. Çocuklarımın okuduğu okulları, yardım amaçlı yaptığım gezileri sordular. Hasta ve baskı altında bir sorgudan geçtim.
Bu arada ailemin benimle görüşmesi yasak, bizimle ilgili onlara hiçbir bilgi verilmiyor. Ben 9 gün hangi nezaretteyim ailem bilemedi. Çok araştırmışlar, sormuşlar. Çocuklarıma dalga geçer gibi ‘Anneniz polis evinde, 5 yıldızlı otel gibi bir yerde tutuluyor. Çok iyi, çok rahat, düşünmenize gerek yok.’ demişler. Biraz rahatlamışlar ama bana yaşatılanların bu kadar vahim olduğunu bilemezlerdi.
Orada ölümle pençeleşiyorum. Son 5 günüm o şekilde geçti. Avukatla ilk görüşmem ilk sorgu için gittiğim emniyette oldu! Erzurum’da kimse avukatım olmak istemeyince büyük çocuklarım twitter ve sosyal medya üzerinden ‘Annemizi tutukladılar. Ona ulaşmak için bir avukat arıyoruz, bize yardım edin’ diye yazmış. O zaman İstanbul’dan bir avukat sosyal medyadan ulaşmış ve Erzurum’a gelerek benim ilk sorguya çıkmamı sağladı. Yoksa o hasta halimle oradan sağ çıkmam imkansızdı. 9 Ağustos 2016’da tutuklandım. Hakim genç bir kızdı.
Cezaevinde tedavi olabildiniz mi yoksa aynı sıkıntıları orada da yaşadınız mı?
Ben Fibromiyalji hastasıyım. Düzenli ilaç kullanıyorum. Nezarette çok hızlı kilo kaybetmiştim. 9 günde 8 kilo. Halsiz bir şekilde hapse girdim ve günlerce yataktan kalkamadım. Bir hafta sürdü toparlanmam. Koğuştaki arkadaşlar bana çok iyi baktı ama hapis hayatım da çok sıkıntılı geçti.
Erzurum E Tipi Cezaevinde 8 ay kaldım. Cezaevine ilk girdiğim gece çok korktum. Gazeteci eşi olduğum için beni orada da ayrıca sorguladılar. ‘Kimin eşisin, hangi gazete?’ O zaman Yarına Bakış gazetesi vardı. Onu söyledim. Zaman gazetesi demeye korktum. Bana orada her şeyi yapabilirlerdi. Nezarette ambulanslar beni ‘hain’ diye hastaneye götürmediler, burada başıma ne gelecek diye panikledim.
”Avukatımla iki kamera ve gardiyanlar eşliğinde görüşebildim”
Üç ay mektup yazmak, telefon açmak, para yatırmak bana yasaktı. Ailemden haber alamıyordum. Ailem ancak kasım ayında bana para yatırabildi. Koğuştaki arkadaşların kıyafetlerini kullandım. Onların desteğiyle yaşadım. Avukatımla görüşmem özel izinlere bağlıydı. İlk 3 ayda avukatımla sadece bir kere görüştürüldüm. Aralık ayında yeni avukatımla iki kamera ve gardiyanlar eşliğinde görüştüm.
12 Eylül 2016 Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. O gün katillere, azılı teröristlere bile görüş hakkı verildi, bana verilmedi. Adalet Bakanlığı’ndan yasaklı olduğumu söylediler. Bayram görüşü için ailem geldi, kapıdan döndü. Herkes görüşe gitti, ben koğuşta yalnız kaldım. İlk görüşü 4 Kasım 2016’da yapabildim. Kayınpederim, kayınvalidem ve oğlum geldiler.
”Lohusa bir anne 20 günlük bebeğiyle koğuşumuza geldi”
Kaldığımız koğuşun kapasitesi 8’di, biz 28 kişi kaldık. Bir de 20 günlük bebek vardı. Elif bebek, ilk tutuklanan bebeklerden biriydi. İlk 3 ay yerlerde yattım, yeterli yatak ve battaniye yoktu. Sekiz ay boyunca sadece 10 gün kendime ait bir yatağım oldu, onu da lohusa olarak koğuşa getirilen anneye ve Elif bebeğe verdim. Bundan sonra, iki ranzayı birleştirerek beş kişi nöbetleşe uyuduk. Bu nedenle gecede sadece 2,5-3 saat uyuyabiliyordum.
”Kalaşnikofları üzerimize doğrultup koğuş araması yapıyorlardı”
Koğuş aramaları ayda bir yapılıyordu. Jandarmalar kalaşnikoflarıyla hızla içeri giriyorlardı ve ellerine geçirdiği her şeyi koğuşun ortasına atıp kıyafetlerden bir dağ oluşturuyorlardı. Silahlar üzerimize doğrultulmuş bir şekilde arama yapıyorlardı, çünkü biz teröristiz! Gardiyanlar çok sertti, bağırmakta yarışıyorlardı. Yumuşak gardiyanlar hemen değiştiriliyordu, yerine çok sertleri geliyordu. Mümkün mertebe onları daha fazla şiddete sevk edecek hiçbir şey yapmamaya dikkat ediyorduk. Çünkü anında üstünüze yürüyorlardı.
Ne zaman tahliye oldunuz?
26 Mart 2017’de. Bensiz mahkeme yaparak tahliye ettiler. Neden bıraktılar bilmiyorum. Tutuklanmam da tahliyem de çok ilginçti. Bir gün önce avukat çıkmanız mümkün değil demişti, o günün akşamı tahliye oldum. İddianamede beni, eşi aranıp evde bulunamayınca tutuklanan bir kadın olarak terör örgütüne yataklıkla suçladılar. Çocukları kapatılan kolejde okutmak, Bank Asya ek kartımın olması, oğlumun valizinden çıkan 1 dolar ve ilahi kasetleri örgüt üyeliğine delil olarak dosyama girdi. Hapiste ibadet ederek, spor yaparak, az uyuyarak, az yiyerek ayakta kalabildim. Tahliye olduktan birkaç ay sonra da ailemin yanına İsveç’e geldim. 11 ay sonra tekrar aileme kavuştum.

Hapishanedeki hayatım kendi yaşadığım sıkıntılarla birlikte birçok mağduriyete tanıklık etmekle geçti. O yüzden birçok şeyi kaleme aldım. Günlük tuttum. Şu anda bu günlük İsveçce’ye çevriliyor. Koğuşta genç kızlar vardı, bütün mesleklerden insanlar vardı. Herkes benzer hukuksuzluklar yaşadığı için insan yaşadığı zulme bir süre sonra alışabiliyor. Bazıları ne kadar anormal bir şey yaşadıklarının farkına varamıyorlardı. Onlara bir gün Avrupa’da seslerini duyuracağımı ve bunların hesabını soracağımı söylüyordum. Kızlardan biri bana tebessüm etti, ‘Abla senin burada birçok yasağın var, dört duvar arasındasın, sen ta Avrupa’da hakkımızı soracaksın, öyle mi’ diye latife yaptı, hep birlikte güldük. Ama ben buna gerçekten inanıyordum. Tabi bana o zaman bunu söyleten cesaret, bir gazeteci eşi olarak medyayı kullanarak bunu anlatmaktı. Yoksa bir gün Avrupa’ya gideceğim, İsveç’te dernek kurup bunları anlatacağım, bir hareket oluşturacağım aklıma hiç gelmedi.
Şu an İsveç’te tam olarak ne yapıyorsunuz?
İsveç’e gelince ilk işim yaşadığım hukuksuzluğu anlatmak için insan hakları, kadın hakları ve eşitlik için çalışan kurum ve derneklerle irtibata geçmek oldu. 2-3 yıl boyunca aktivist olarak Uluslararası Af Örgütü (Amnesty) gibi sayısız organizasyonda kendi yaşadıklarımla birlikte ülkemde yüzlerce kadın ve çocuğun yaşadığı hukuksuzluğu anlattım.
Şu an göçmen kadınları güçlendiren, kadın hakları, eşitlik ve entegrasyon için çalışan bir derneğin baskanlığını yapıyorum. Aynı zamanda gönüllü olarak etkinliklerinde çalışıyorum.
Orada 9 ülkeden gelmiş kadınlar var ve her geçen gün büyüyoruz. Biz göçmen kadınlar el ele verdik ve tüm göçmen kadınları toplumda güçlendirmek için çalışıyoruz. Bir anlamda Türkiye’deki yarım bıraktığım işime devam ediyorum; kadınları güçlendirmek, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı kadınların sesini yükseltmek.
”İnsanlık ortak paydasında buluşabilmeliyiz”
Tüm bu yaşananların üstesinden kadınlar için yaptığım projelerle geldim. Eğer bunu yapmasaydım hayata tutunamazdım. Yaşadığım şeyleri dönüp hatırlamak istemiyorum, onları sadece itici bir güç olarak kullanmak istiyorum. Bu hukuksuzluk bir yerde duracak. Ama hiçbir kadın benim yaşadıklarımı yaşamasın istiyorum. Hiçbir aile bu şekilde ayrılmasın. Herkes insanlık ortak paydasında buluşmayı başarabilmeli. İster sağdan, ister soldan, ister Avrupalı, ister Orta Asyalı olsun, insanlık paydasında buluşabilmek önemli. Bundan sonraki hayatımda bunun için uğraşacağım.