Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Son durağa geldi diyorlar koro halinde. Oysa sonsuz hayatın ilk durağındayım ama bilmiyorlar. Daracık hücreler seccademe boyun eğdi, karanlık mahzenler teheccüde teslim oldu. Sabır nöbetindeyim, kavuşmaya bir nefes kaldı.
Hücreler, mahzenler geride kaldı. Yolum, göğe uzanan üç uzun direğin birleştiği bu meydana düştü. Ortasından aşağı doğru sarkan yağlı bir urgan, altında nice can çekişmesine şahit olmuş yorgun bir iskemle… Ahşabın kokusunu hissediyorum ama hangi ağaçtan olduğu meşkûk. Önce gidenler buna nar ağacı demiş; savcı ve heyeti darağacı diyor. Bense ona yar ağacı diyorum.
İskemle biraz yüksek konmuş. Hem herkes görsün hem de az sonra boşlukta salınan bedenim rüzgârla dönsün Mevlevîler gibi ve yedi cihana korku salsın diye. Ama farkında değiller, ruhum çoktan vuslatın raksına başlamış. Gidiyorum hem de koşar adımlarla… Kerbela’dan Hüseyin’in kokusunu, Uhud’dan Hamza’nın haykırışlarını duyuyorum.
Üzerimde beyaz, yakasız bir gömlek. Ellerim arkadan bağlı, gözlerim yerden göğe kadar açık. Gözlerimi kapamak vuslattan kaçmak olurdu. Oysa ben kaçmıyorum, koşuyorum. Anam çok uzakta, adaleti diline vird-i zeban etmiş. Babamın başı dik, Hakk’ın takdirine bin kere bin iman etmiş. Boynumda müfterilerin uydurduğu bir suç yaftası… Genç kızların boynundaki inci misali göğsüme kadar uzanmış: Ne inci kadar değerli ne de hakikat kadar gerçek.
Etrafımda bir cemse adam… Kimisi silahlı, kimisi zulme, karanlığa nikâhlı. Bilmiyorum içlerinden kaç kişi insaflı ve vicdanlı. Ama bildiğim bir şey var: Şu zavallı bedenime hayat vermek için bu kadar erkân-ı devleti hayatım boyunca hiç yanımda görmedim; ne doğumumda, ne askere giderken, ne de düğünümde… Belli ki ölümüm, hayatımdan daha kıymetli onlar için. Farkında değiller, Mâlikü’l-mülk olan Allah’ın mülkünde, zulümde Firavun’la yarışıyorlar. Onlar gasp, ben Hakk’ın peşinde…
İki yanımda iki titrek el, iki yüzü solgun yavrucak… Ayaklarındaki kan çekilmiş, yüzleri ölümün rengine boyanmış sanki. Biri üflese devrilecek gibiler. Ama vazifelerini yapmak zorundalar. Ellerimden, kollarımdan tutuyorlar, sanki kaçacakmışım gibi. Oysa ben çoktan çıkıp gitmişim buralardan…
Herkes gözlerime bakıyor ve korku arıyorlar. Boşuna! Korku, hakikati kaybedenlerin yoldaşıdır, ben hakikate teslimim ve ona koşuyorum. Dokunuyorum göğe uzanan üç ağaçtan birine… Onların lisanında darağacı, gidenlerin lisanında nar ağacı, benim kitabımda yar ağacı… Aramızda sadece bir nefeslik mesafe, sabır zamanı…
Ve artık geride kaldı her şey:
Üç uzun direk,
Ortasından sarkan yağlı sicim,
Altında yorgun bir iskemle,
Boynumda yalanla kazınmış bir yaftacık,
Etrafımda zulmün ete kemiğe bürünmüş hâli, bir cemse insandan bozma adamcık…
Hepsi, hepsi geride, darağacının dibinde… Şimdi bedenim boşlukta ruhumdan soyulmuş. Cellat iş başında, bedenimi kaldırmaya koyulmuş. Kara haber diyorlar, en ücra yerlerde duyulmuş. Erkân-ı devlet, salınan bedenimi seyre dalmış; ben de bulutların arasından onları…
Bedenim celladın kucağında, savcı rahat bir nefes alıyor. Erkân-ı devletin kalbi taş. Ölümün hüznü yar ağacına siniyor. Yaşlı iskemle bir zulme daha şahitlik ediyor ve ben el sallıyorum ötelerden…
Üç bacaklı YÂR AĞACINA,
Ortasında salınan YAĞLI URGANA…