Yıldız’ın röportajı şöyle;
Özgür Gündem Yayın Danışma Kurulu’nda olduğunuz süreçte gözaltına alındınız ve 4 ay cezaevinde kaldınız. Sonra o davadan beraat ettiniz. Türkiye yakın tarihinde siyasi nedenlerle çok isim sürgünlüğü yaşadı. Ait olamamak, zorunlu olmak, dönememek ve tabii ki daha güvende olmak… Sürgünlüğe dair neler dersiniz?
Sürgün, bir kez daha… Ağır, acılı bir batış, meçhulun derinliklerinde uzadıkça uzayan bir boğulma… İnce ince, gölgemsi bir varoluşsuzluk hali… Puslu bir arafta, ikisi de eşit ulaşılmazlıkta geçmiş ve gelecek arasında asılı kalmak… Yitirilmiş, yaralıları geride bırakmak pahasına içinden çıkıp gelinmiş bir geçmiş ve vaat dahi edilmemiş bir gelecek arasındaki bir arafta, belki de yabancıların iyi niyetiyle kurulmuş bir limboda askıda kalmak…
Cezaevinden çıktıktan sonra verdiğiniz bir söyleşide gözaltına alınmanızla ilgili “Ama o travmadan hâlâ kurtulamadım. Hâlâ polis gördüğümde buz kesiyorum” demiştiniz. Geçmiş, yaşananlar, yaşatılanlar… İktidarın güvenlikçi politikalarını daha da sertleştirdiğini siz de yakından takip ediyorsunuzdur. Devletin insan ruhu ve bedenindeki izleri için neler söylersiniz?
Şiddet, travma, yara ve parçalanma üzerine belki yirmi yıldır yazıyorum, hikayeler, köşe yazıları, romanlar… “TAŞ BİNA ve Diğerleri” adlı kitabım, bütünüyle işkence, ele verme, parçalanma ve travma üzerinedir… Yani yirmi yıldır yazıyor, “anlatılamayan”ın etrafında çemberler çiziyorum. Şiddet sadece öldürerek yok etmez. Bazen sağ tutar, bir tür’rigor mortis’, ceset katılaşması içinde tutarak çürüyüşe mahkum eder. Susturur, dilsizleştirir, hissizleştirir, insansızlaştırır. Bireyleri de, toplumları da… İnsanın kendi içinde parçalanması, kendi hakikatinden koparılmasıdır asıl ‘travma’…. Devletin şiddetinin sınırsızlaştığı coğrafyalarda -bizimki gibi- nesilden nesile aktarılan kişisel ve kolektif travmalardan kuruluyor hikayelerimiz, şiddetin bekası uğruna harcanan hayatlar bizim kaderimiz!
Afrikalı göçmenlerin hakları, ayrımcılık, ırkçılık, F Tipi cezaevleri, işkence, kadınlar ve Kürtler… Yazılarınız hep haklar konusunda oldu. Uluslararası raporlar da Türkiye’nin haklar alanında geriye gittiğini söylüyor. 90’ları da yaşamış bir edebiyatçı olarak bu geriye gidişle ilgili neler söylemek istersiniz?
70’leri de yaşadım, 80’leri de… Beş yaşındaydım hayatımın ilk polis baskınında (1972), ilkokuldayken dehşet içinde uyandığım işkence kabusları görürdüm… (Hala görüyorum) Bazen çocuklar daha derinlemesine hisseder yetişkinlerin dile getiremediklerini… 90’lı yılların ilk yarısında yurt dışındaydım, iki yıl Cenevre’de, iki yıl Rio de Janeiro’da kaldım. O dönemi köşe yazarlığına başladıktan sonra belgelerden, tanıklıklardan az çok öğrendim, öğrendikçe dehşete kapıldım. Elbet bütün bu dönemlere ilişkin bilmediğim, anlamadığım, hissedemediğim pek çok şey var. Seksenli, doksanlı yıllarda avukatlık yapmış pek çok kişi, günümüzdeki kadar hukuksuzlukla karşılaşmadıklarını söyledi. Ne yazık ki, benim sezgim de bu yönde, hukuk kurumunun bütünüyle çöktüğünü, muhalif seslerin acımasızca susturulduğunu, demokrasinin son kalıntılarının el çabukluğuyla silindiğini düşünüyorum. Olmazsa olmaz kavramların, düşünce özgürlüğü, toplumsal adalet, laiklik, insan hakları gibi kavramların altı bütünüyle oyuldu. İnsan hakları sicilimiz pek çok Afrika ülkesinin gerisinde, yerlerde sürünüyor. Büyük Korku Ülkesi’nde, kadınların, LGBTI bireylerin, özgürleşmek isteyen herkesin hayatı cehenneme çevriliyor. Asıl endişem, geri dönüşü olmayan bir noktaya, totaliter bir rejime evrilmemiz…
“Keyfi bir tutuklama, adamın biri sana kızdı diye yıllarca cezaevinde kalabiliyorsun. Derdini anlatabileceğin bir hakim yok. Bu kötü bir his” demiştiniz cezaevinden çıktıktan sonra. O kötü his geçti mi? Kabuk bağladı mı?
Tam tersine, yara hâlâ açık, soğudukça ağrısı artıyor sanki, maruz kaldığım her haksızlıkta, her aşağılanmada bir kez daha kanıyor. Kabuslarım hâlâ sürüyor, polisten, mahkemeden kaçtığım, kan ter içinde uyandığım ‘post-travmatik’ kabuslar… Bir bakıma şanslıymışım, bir kapı aralanmış ve aradan sıyrılmışım, şu an pek çok arkadaşım, tanıdığım cezaevinde ya da yargılanmakta… Onların maruz kaldıkları da benim yaramı kalıcılaştırıyor… Gezi davası, HDP’lilere açılan davalar, bizzat koğuş arkadaşlarımın yaşadıkları… Zulüm sürerken yaralar kabuk bağlamayı öğrenemiyor. Durduk yerde ağırlaştırılmış müebbet talebiyle tutuklanmak gerçekten berbat bir his, beraat etseniz dahi hiçbir şeyle avunamıyor, hiçbir şeye güvenemiyorsunuz, özellikle de tanıdık tanımadık yüzlerce insan çok ağır cezalara çarptırılırken… Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet verildiğinde kapıldığım korkuyu, umutsuzluğu, duyduğum utancı anlatamam… Kendi kişisel yazgımın çok ötesine geçen bir korku ve utanç bu. Çaresizlik hissi…
“Sürgün beni susturdu” derken tam olarak neyi söylüyorsunuz; Avrupa’nın oto kontrollü demokrasisini mi, görünmez ve duyulmaz olmayı mı?
15 Haziran’da çok ağır, çok acılı bir ameliyat geçirdim, bedensel acıdan aklımı yitireceğime inandığım günler oldu. Bu kadar ağır bir ameliyattan hemen birkaç hafta sonra, daha sandalyede bile oturamazken, medyada konuşmam hesaplı bir tavır olmadı. Daha doğrusu kendimi iyi ifade edemedim, duygusal davrandım. Tam olarak girmek istemediğim konulara ucundan dokununca pek çok yanlış anlaşılmaya yol açtım. Umarım kimilerini düzeltebilirim. Aslında o söyleşi beceriksizce atılmış bir çığlıktı, kimseyi hedeflemeyen bir empati talebiydi, o kadar.
Bir yazar öncelikle kendi dilinin okurları için yazar. Bense kendi dilimden, yani var olabildiğim tek yerden, kim bilir neler pahasına bulabildiğim o son ülkeden koparılmış durumdayım. Doğduğum kentten, denizden, kitaplarımdan, çocukluğumun bütün seslerinden uzaktayım. Belleğim devasa göçüklerle kaplı…
Köşe yazılarımda da, bir edebiyatçının bakışıyla, ‘tam içeriden’ anlatmaya çalışıyordum Türkiye’yi, sokakların ‘kokusunu’ dahi alamadan bunu yapamam. Ne yazık ki, Türkiye’de yaşananlar giderek daha az ilgi görüyor, kanıksanıp olağanlaştırılıyor. Savaşlar, salgınlar, ekonomik krizler, bir tsunami gibi yükselen milliyetçi-şoven dalga… Türkiye’deki hak ihlallerinin gündemde ilk sırayı almasını bekleyemeyiz kuşkusuz, ama bu suskunlukta siyasi çıkarların, pazarlıkların, küresel hesaplaşmaların da rolü olabilir.
Sözümüzü işitilmez kılan pek çok mekanizma var. Ekonomik, politik hesaplar, iktidar ilişkileri, ustaca yöneten kontrol, otokontrol mekanizmaları… Kültürel ayrımcılıktan cinsiyet ayrımcılığına pek çok neden, saik, açıklama sıralayabilirim, ki her biri üzerine kitaplar yazılabilir.
Aslında sanırım şunu sormak istedim: Empatisini hızla tüketen bir dünyada sözcüklere tutunmak, edebiyata inanmak mümkün mü? Bir yazar, bir edebiyatçı olarak susmak mümkün mü?
Şu ya da bu biçimde işitilmez kılınmak, yanlış işitilmek, yanlış nedenlerle dışlanmak veya itibar görmek, sanırım yazan herkesin ortak yazgısı! Sadece yazarak hayatı anlamlandırabilen bir yazar, sözcüklerden geri çekildiğinde, kendi hikayesinde var olmaktan vazgeçmiştir.
Edebiyat dünyasının da erkek olduğu, orada da kadın yazarların mücadele ile kendine alan açtığı bilinir. Beri taraftan siz haksızlıklar konusunda da susmadınız… Suskunluğa maruz kalmak nasıl bir şey? Ya da sizinle dayanıştığını düşünüyor musunuz edebiyat dünyasının?
Cezaevindeyken, daha tutuklandığım andan başlayarak, edebiyat dünyası benimle ve Necmiye Alpay ile inanılmaz bir dayanışma gösterdi. Yazarlar, yayıncılar, entelektüeller, okurlar, yazar örgütleri, PEN merkezleri… Yalnızca edebiyat dünyası da değil, sayısız demokratik kurumu ve bireyi yanımızda buldum. Gazeteciler, hukukçular, siyasetçiler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, aktivistler, lise arkadaşlarım, üniversite arkadaşlarım… Kiliselerden anarşistlere, ilkokul öğrencilerinden Nobel’li yazarlara, Japonya’dan Suudi Arabistan’a dek uzanan çok geniş bir dayanışma ağına borçluyum tahliyemi… (Defalarca dillendirdim şükran ve minnet hislerimi…) Elbet vakti gelince bu ağın çözüleceğini biliyordum, beklediğimden daha hızlı ve insafsız oldu bu çözülme! Özgür Gündem ana davası yıllarca sürdü, on kişi ağırlaştırılmış müebbet talebiyle yargılandık, dört kişi hapis cezaları aldı. Onlarca dava sürerken, elbet ilgi odağı olmayı ummuyordum. Beraat ettiğim gün beni kaç kişi aradı dersiniz? Ya da beyin kanaması geçirdiğimde kaç kişi ziyarete geldi? Hiç söylemeyeyim! İstemeden ve sanırım hak etmeden bir simgeye dönüşmüşüm, benim de bir insan olduğum unutulmuş, bana biçilen rol sırtımda taşıdığım ağır bir çarmıhmış!
Haksızlıklar karşısında ne yazık ki çoğu zaman sustum, ‘ötekiler’in hakkını savunmayı kendi hakkımı savunmaktan belki daha onurlu, daha anlamlı buldum. 2003 senesinde, ‘benim hakkımda ‘olduğu iddia edilen, aşağılama amacıyla yazılmış bir kitap, medyada yer bulunca edebiyat dünyası bana (ve temel haklarımı savunan kadınlara) erkek yüzünü göstermişti, umarım bugün utanıyorlardır. Edebiyat dünyasında yaşadığım dışlanmanın başlıca nedeni benim bir kadın, oyunu kurallarına göre oynamayı, erkeklerin tanımlarına sığmayı reddeden bir kadın olmammış, bunu epey geç anladım. (Yarı şaka ifade edersem: Günümüz Türkiye’sinde bir kadın yazarın aileden kalma mirası, toplumda saygı gören bir kocası filan yoksa, olağandışı sosyal melekeler geliştirememişse… Şans yardımcısı olsun!)
Yazılarınız İstanbul’da kaldı, hep döneceğinizi düşündünüz… Ama dönemediniz… Hükümetler düzeyinde bir pazarlıkla çıkabildiğiniz için mi dönemediniz?
Kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla çıkabildiğim, bir daha geri dönemeyeceğim, bana burada; Almanya’da bildirildi. Ayrıntıları hiç öğrenemedim, öğrenemeyeceğim. Anlayabildiğim kadarıyla, benim ‘dışarıda’ kalmam Türkiye’nin tercihi… Yargılanmam tam beş buçuk yıl sürdü, ağırlaştırılmış müebbetle yargılanırken elbet dönemezdim. 2020’de beraat ettim, savcılığın itirazıyla ‘zincirleme propaganda’ suçlamasıyla bir kez daha yargılandım (13 yıla kadar hapis talebiyle), bir kez daha beraat ettim. (2022) Şu anda süregiden bir davam yok, bu bile bir lüks günümüz koşullarında, elbet her an yeni suçlamalarla, davalarla karşı karşıya kalabilirim. En az beş yüz yıllık (cezayı kast ediyorum) konuşmuşumdur son birkaç yılda!
Dönebilme ihtimali sizde ne hissettiriyor? Ya da Türkiye’ye kırgın mısınız? Dönmek ister misiniz?
Beraat etmiş olmak insanı boş umutlara sevk ediyor! Yanıltıcı, tehlikeli umutlar… Özellikle son bir iki yıldır sık sık bu umuda, dönebilme umuduna kaptırıyorum kendimi… Milyonlarca insanın kaçmayı dilediği topraklara geri dönmek, bir sürgünün tek düşüdür. Türkiye’ye kırgın ya da kızgın değilim, yaşadığım his burukluk… Son bakışta aşk, karşılıksız kalmaya yazgılı…
Açıkçası, sağlık durumum bu kadar vahim olmasaydı, dönmeyi aklımın ucundan dahi geçirmezdim. Dişlerimi sıkar, kendime sürgünde bir gelecek kurgulardım.
Uluslararası yazar Aslı Erdoğan’la PEN Almanya gerçekten dayanıştı mı? Çünkü “Bursum bitti ve PEN beni kapının önüne koydu” dediniz.
Tam bir yıl sustuktan sonra, duygusal bir patlama anında kurduğum cümleye çoktan pişman oldum. Neyi kast ettiğimi açıklamakla yükümlü hissediyorum kendimi, yoksa meseleyi çoktan kapatırdım, kapattım.
Geçen sene ayrıntılarını tam bilmediğim, gürültülü patırtılı bir bölünmeyle PEN Almanya ikiye ayrıldı. Tam da o günlerde, beyin kanaması geçirdim ve uzun süre toparlanamadım. O zamanki PEN Almanya Başkanı beni arayarak sağlık durumum nedeniyle bursumun altı ay daha uzatıldığını bildirdi, gerçekten de ev taşıyacak durumda değildim. Ev adresimi bile unutuyordum! Ama sözünü ettiğim bölünmeden sonra, o burs geri alınmış, ben de apar topar taşınmak zorunda kaldım. Mesele ne burs, ne de para! Bir insana saygı duymak, onun başarıları kadar, acılarına da saygı duymaktır. Saygıdan da geçtim, insan hayatı karşısında duyarsızlık, edebiyata yakışmıyor.
Gelgelelim benim hatam meseleye medya önünde değinmek oldu. Pek de hoşlanmadığım bir konuda, ayrıntılara girmekten kaçındığım için yanlış anlaşılmalara, sebepsiz alınganlıklara yol açtım. Defalarca dillendirdiğim gibi, Uluslararası PEN ve pek çok PEN Merkezi’ne derin bir şükran ve minnet duyuyorum. Görece özgürlüğümü büyük ölçüde onların çabasına, dayanışmasına borçluyum. PEN Almanya’ya borcum daha büyük, uzun bir süre, tam üç yıl burs aldım. Hiçbir kurumdan da bana ömür boyu bakmalarını, hayatımın sorumluluğunu üstlenmelerini beklemedim.
Şu an cezaevinde olan, yargılanan, savaş koşullarında yaşayan sayısız yazar ve gazeteci var, uluslararası dayanışma ağının sürdürülmesi hayati önem taşıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün savunulmasında PEN (ve diğer yazar örgütleri) meşakkatli ama kutsal bir misyon üstlenmiş durumda… Bu misyonu kişisel anlaşmazlıklara heba edemeyiz.
Çok nadir görülen bir hastalığınız var. Nasılsınız? Tedaviniz nasıl gidiyor?
Berbat! Çok ağır, çok ağrılı bir ameliyat geçirdim, bağırsağımdan tam bir metre alındı -ameliyat ekibi kendi rekorunu kırdı- silikon boru takıldı, toparlanmam bir yıl sürecek en iyi ihtimalle… 2019’da iki bağırsak ameliyatı geçirmiştim, 2020’de Sistemik Skleroz Crest Sendromu teşhisi kondu. Tedavisi olmayan, çoğu durumda ölümcül, kılcal damarlara ve zar dokularına hasar vererek iç organları işlemez hale getiren bir oto-immun hastalığı… Bağırsaklarımdaki, hatta tüm sindirim sistemimdeki çöküş, hastalığın olağan seyri, doktorlara göre akciğerler çalışmaya devam ettiği sürece şanslıymışım! Elbet bu ameliyattan sonra kendimi pek şanslı hissedemiyorum! Üstelik bir de beyin kanaması geçirdim, beyincikte başlayan, nedeni bulunamayan bir kanama! Amiyane deyimle: ‘Uzatmaları oynuyorum!’
Avrupa’da kalışınızla ilgili hukuki sorunlar çözülebildi mi? Çünkü tedavi olabilmeniz bununla ilgili. Oturum alabildiniz mi mesela?
Ne yazık ki bana tanınan vade bir kez daha dolmak üzere, oturumu uzatabilmek için sağlık sigortam olmalı ama mevcut yasalara göre kamu sigortasından yararlanamadığım gibi, bu denli ağır bir hastayı herhangi bir özel sigortanın kabul etmesi mümkün görünmüyor. İşler bir çıkmaza girerse Almanya’dan ayrılmak zorunda kalacağım, sigortasız herhangi bir tedavi tamamen imkansız, bu da benim durumumda ölüm fermanı olabilir.
Bursunuz bittiği için ekonomik sorunlar aşılabildi mi? Avrupa edebiyat dünyası ya da Türkiye’deki edebiyat camiası sizinle dayanışıyor mu?
Ekonomik sorunlara sıra gelmedi henüz, sağlık sigortası, oturum vs. daha acil ! Açıkçası edebiyat dünyasından, özellikle ekonomik ya da bürokratik anlamda bir destek, dayanışma beklemiyorum. Biz edebiyatçılar ekonomik çıkarımızı kollamakta, bürokrasiyle boğuşmakta genelde pek maharetli değiliz. Durumu benden daha acil olan, şu an cezaevinde olan ya da yargılanan, savaştan kaçan yüzlerce yazar var! (Sürgünde sayımız epeyce kabarık!) Kitabımla ilgili son yasak kararında yayıncılarımdan bir iki cümle bekledim, o kadar. (Bu süreçte yanımda duran Uluslararası PEN, PEN Almanya ve Fransa, Kültür Forum’a teşekkür ederim.)
Dünyaca tanınan bir yazarsınız ama sizin için süreçler tereyağından kıl çeker gibi olmamış… Uluslararası toplum için kötü bir not değil mi bu? Ya da demokratik toplum can mı çekişiyor artık tüm dünyada?
Günümüz dünyasında yaratan hiç kimse için tereyağından kıl çeker gibi olmuyor süreçler! Neo liberalizm diye adlandırabiliriz, ya da azgınlaşan kapitalizm, gösteri toplumu da diyebiliriz, metalar dünyası da, düşünsel, sanatsal, ahlaki çabaların hak ettiği karşılığı bulmasını beklemiyoruz epeydir… Gelgelelim merkezin dışında kalan ülkelerde doğanlar için, kadınlar (ve LGBTİ) için, yoksullar için çok daha fazla acımasızlık, haksızlık, yok sayılma söz konusu. Bilim ve edebiyat dallarında kaç kadın, I. Dünya ülkelerinde doğmamış kaç kadın Nobel aldı mesela? Kitaplarım 22 dile çevrildi, eserlerim tiyatro ve operaya uyarlandı, Ocak ayında Paris’te, Kurt Weill’in ünlü operası ‘Yedi Ölümcül Günah’, Bertold Brecht ve Aslı Erdoğan’ın metinleriyle sahnelenecek ama burada, pek çok kurumun gözünde, havaalanı denetimlerinde ya da hastaneye kaydolurken sözgelimi, ben Avrupa’nın refahını istismara çalışan bir göçmenden ibaretim!
Geçen sene, beyin kanaması geçirirken, ulaşabildiğim ilk hastaneden, sanırım sağlık sigortası nedeniyle eve geri yollandım ve ikinci kanamayı da, mucize kabilinden az hasarla atlattım. Öleydim ya da felç kalsaydım, bana burs veren, yani geçerli bir sağlık sigortası temin etmekle yükümlü kuruluş vicdan azabı duyar mıydı, merak dahi etmiyorum. Bu mucize bir kez daha gerçekleşmezse, yani sağlık sigortası benzeri bir formalite yüzünden can verirsem, bunun tek nedeni benim beceriksizliğim mi? Kimler sorumluluk hissedecek, hissetmeli?
Avrupa’nın, düşünce ve ifade özgürlüğü, sosyal demokrasi, insan hakları vb. alanlarda Türkiye’den fersah fersah ileride olduğu aşikar -yoksa buralara sığınmazdık- ama ağır ağır, gösterişli bir tür müzeye, cafcaflı, kof, içi boş kavramlar müzesine dönüştüğünü düşünüyorum. Tüm dünyada bir tsunami gibi yükselen milliyetçi-şoven dalga yeni günah keçisi olarak göçmenleri, mültecileri bulmuş durumda… En düşündürücü olanı ise şu: Biz göçmenler de, barındığımız ülkenin değer yargılarını içselleştiren, mutlaklaştıran bir bakışla ölçüyoruz kendimizi, ev sahiplerimizin gözünde puan kaptıkça, kendi gözümüzde var olabildiğimizi sanıyoruz. Biz kadınların, erkek egemen yargılarla kadınları ve kadınlık durumunu değerlendirmesi gibi…
“Kendi dilinden bile sürgün edilmek”… Bir yazarın kendi dilinde daha az konuşması daha az okuması… Aslı Erdoğan Türkçe yazıyor mu bu aralar? Yeni bir kitap var mı kapıda? Türkiye yazmak için daha mı bir memba? Ya da sürgün yazmayı başka türlü derinleştiriyor mu?
Ben sözcüklerin mırıltılarını, fısıltılarını, iç çekmelerini dinleyerek yazarım, giderek daha zor duyuyorum anadilimde, sözcüklerin iç sesini ya da sessizliğini… Bitmek üzere olan iki kitap var, ama son dört yılda 12 kez hastaneye yattım, beyin kanaması da hafızamda hasara yol açtı, itiraf edeyim, özgüvenimi kaybettim. Bizim coğrafyamız elbet insana dair daha çok hikaye, daha çok trajedi sunuyor, ama kim fırtınanın orta yerinde yazabilir, gırtlağına bir bıçak dayanmışken arya söyleyebilir ki?
Travmaları dönüştürmek, empatiye, derinliğe, yaratıcı güce dönüştürmek hiç kolay değil, bazen bir ömür yetmiyor… Sürgün de elbet travmatik bir deneyim, pek çok yazarı, sanatçıyı tüketmiş… Yoluna devam edebilenler, hatta yeni bir dilde yeniden doğmayı başaranlar var kuşkusuz, olağandışı bir tutkuyla, azim ve yetenekle her koşulda yaratmayı sürdürenler…
“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Varna’dan. İşitiyor musun oğlum Memet! Memet!”… Nazım Hikmet böyle demiş sürgün zamanlarında… Siz nasıl seslenmek istersiniz ya da ne dersiniz?
Keşke bir çocuğum olsaydı, onun üzerinden geleceğe seslenebilirdim! Son altı yılda tek bir kez Türkiye’yi çıplak gözle görebildim, Midilli Adası’ndan. 18 yaşından beri her yaz gittiğim Ayvalık Körfezini karşı kıyıdan, on kilometre mesafeden izlerken kırık dökük sözcüklerden fazlasını bulamadım: Çok geç! Neyse! Keşke!