Demirtaş, 3 Kasım 2016’dan beri tutuklu bulunduğu Edirne F tipi Cezaevi’nden 29 gazetecinin sorularını cevapladı.
Demirtaş, Gazete Duvar’dan Nergis Demirkaya’nın “Yüzlerce insanın hayatını kaybettiği 7 Haziran – 1 Kasım 2015 sürecinde HDP Eş Genel Başkanıydınız. Türkiye yeni bir seçime giderken son Mersin saldırısı ile benzer bir sürecin ortaya çıkacağı endişesini yaşıyor, bu yönde uyarılar yapılıyor. O döneme dair bir siyasetçi olarak özeleştiriniz var mı, bugün başta kendi partiniz olmak üzere muhalefete önerileriniz nedir?” şeklindeki sorusuna şöyle cevap verdi:
EN İDEAL GÜNAH KEÇİSİ OLARAK GÖSTERİLİYORUM
‘‘Özeleştirim var Nergis Hanım. Daha etkili bir barış söylemiyle çatışmaların önünü alabilmeliydik. Fakat ne hikmetse o dönem yaşanan ve yaşatılan dehşet senaryolarına ilişkin herkes benden özeleştiri istiyor. Oysa o dönemin faturasını bir kişiye ya da birkaç kişiye çıkarmak doğru değil. Bu, kolaycı bir yaklaşımdır ve büyük haksızlıktır. Eğer bu her şeyi çözecekse tüm haksızlığına rağmen ben sorumluluk üstlenirim ama durum öyle değil. O sürecin iki taraftan da aktörleri tek kelime özeleştiriye yaklaşmazken en ideal günah keçisi olarak gösteriliyorum. Oysa işin içinde darbeci çeteler var, IŞİD çeteleri var; istihbaratın, JÖH ve PÖH’ün de dahil olduğu SADAT çeteleri var. Hepsi açığa çıkmalı.
AKP-MHP İTTİFAKI SAVAŞ POLİTİKASINDAN BESLENEN BİR ÇİZGİYİ YILLARDIR UYGULUYOR
Seçimden hemen sonra bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulsa ve o dönem tüm yönleriyle araştırılsa çok daha sağlıklı olur. Cizre bodrumlarında diri diri yakılan onlarca kişinin varlığı bile halen kabul edilmemişken hangi gerçekleri konuşabiliriz ki? Muhalefet bu defa daha dikkatli ve cesur olmalı, barış söyleminden ve ısrarından geri adım atmamalı. Çünkü AKP-MHP ittifakı savaş politikasından beslenen bir çizgiyi yıllardır uyguluyor.
Herkesin çok dikkatli olması lazım. Siz gazetecilerden bir de ricam var, o dönemde sokağa çıkma yasağı uygulanan ve yakılıp yıkılan şehirlerde operasyon sorumlusu komutanlar kimlerdir ve sonları ne oldu, buna bir bakın lütfen. Ben mahkemede savunmam sırasında bunları kayda geçtim. Röportajın sonuna o listeyi de ekliyorum. Bundan bir şeyler sezilebilir ve işe oradan başlanabilir.
‘HDP’NİN OY POTANSİYELİ YÜZDE 20-25 BANDINDA’
Yücel Göktürk (Express dergisi, birartibir.org): Metropoll’ün eylül sonunda açıkladığı ankette HDP’nin yüzde 12-14 bandında olmasını nasıl yorumluyorsunuz? Bu oranın daha yukarılara çıkarılabilmesi için nasıl bir söylem, nasıl bir politika geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
HDP’nin oy potansiyelinin yüzde 20 – 25 bandında olduğunu biliyoruz. Bu potansiyeli açığa çıkarabilmenin yolu, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın açıkladığı bildirgede yer alan hedeflerin somut bir program, söylem ve eyleme dönüştürülmesinden geçiyor. Adı üstünde, emek politikası çerçevesinde net bir sınıf bakış açısıyla işçiden, çalışandan yana bir ekonomi programı ilan edilebilir. Bu program sade, anlaşılır ve inandırıcı bir sol program olmalı. Demokratik ekonomi anlayışıyla işsizliğin, sömürünün ve yoksulluğun nasıl bitirileceği, geniş kitlelere ikna edici bir dille aktarılabilmelidir. Özgürlükler başlığı altında da ayırımsız herkesin bireysel ve kolektif haklarının nasıl güvence altına alınacağı, madde madde ve yine en sade şekilde ilan edilebilir. Belki bu programı uygulayacak bir gölge kabine de isim isim kamuoyunun huzuruna çıkıp halka güven vermeyi hedefleyebilir. Bunlar benim arkadaşlarıma naçizane önerilerim tabii ki. Daha fazlasını ve doğrusunu kendileri yapacaklardır.
‘NASIL KAZANACAKLARI SORUSUNUN MUHATABI ALTILI MASA’
Ali Haydar Fırat (Politik Yol): İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 27 Eylül’de katıldığı bir TV programında, Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimalinin önüne çeşitli bariyerler koydu. HDP ile de hiçbir biçimde aynı masada olmayacaklarını söyledi. Sizce Sayın Akşener hangi toplumsal ve siyasal güçlerle bu seçimi kazanmayı düşünüyor? Kılıçdaroğlu’nun aday olmaması, karşımıza nasıl bir tablo çıkarır?
Doğrusu, ben kendisinin konuşmasını bir bariyer gibi algılamadım ama Altılı Masa, kendi adayını nasıl belirleyeceğine kendisi karar verecek. Bu bizim dahil olabileceğimiz bir süreç değil. Nasıl kazanacakları sorusunun muhatabı da doğal olarak kendileridir, bunu onlara sormak daha doğru olur.
’15 TEMMUZ ŞAİBELİ DARBE GİRİŞİMİNİN TAŞLARI O DÖNEMDE DÖŞENDİ’
Candan Yıldız (T24): Siz Ahmet Davutoğlu’nun katılım ve şikayetinin de olduğu bir davadan yargılanıyorsunuz. Davutoğlu’nun şikayetten feragat etmesinin sizin açınızdan ne gibi bir anlamı olacak? Sizce 7 Haziran-1 Kasım 2015 süreciyle ilgili kimler konuşmalı?
Hukuki açıdan değişen pek fazla bir şey olmaz ama siyasi tutum açısından olumlu bir adım olur. Özgürlükleri savunmak pratikte de tutarlı olmayı gerektirir. 7 Haziran 2015 – 1 Kasım 2015 arasında yaşananları birilerinin anlatmasını bekleyerek gerçekleri öğrenemeyeceğiz. Seçimden sonra bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulmalı ve o dönem tüm yönleriyle araştırılıp rapor alarak TBMM ‘ye sunulmalı. Ben de o komisyona beyanda bulunmaya, katkı sunmaya hazırım. O dönemde son derece sinsi, kirli ve karanlık bir operasyonlar silsilesi yaşandı. 15 Temmuz şaibeli darbe girişiminin taşları da o dönemde döşendi. Bunların hepsinin ortaya çıkarılması hayati önemdedir. Bugünkü tek adam rejimini inşa süreci de o dönemin yıkımı üzerinden planlandı. Gerçekler mutlaka ortaya çıkarılmalı, hesaplaşma ve yüzleşme gerçekleşmeli ki, bu tür kirli oyunlar bir daha sahnelenmesin.
‘AÇIKLAMALARIM, BİRİLERİ RAHATLASIN DİYE DEĞİL’
Gökhan Kazbek (SoL Gazete): Biz Altılı Masada “kriz mi, anlaşmazlık mı var, cumhurbaşkanı adaylığı konusunda ortak aday çıkarabilecekler mi” diye tartışırken, görünen o ki, Emek ve Özgürlük İttifakı’nda da bazı çelişkiler var. Siz zaman zaman yaptığınız açıklamalarla HDP’nin söyleyemediklerini söyleyerek bu ittifaka müdahale ediyor musunuz? Bu açıklamalarınız ve müdahaleleriniz Kemal Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’da elinin rahatlamasına sebep oluyor diyebilir miyiz? HDP’nin aday çıkartması seçimleri ikinci tura götürebilir. Siz HDP’nin bu işin ilk turda bitmesi için bir irade göstereceğini söyleyebilir misiniz?
Bildiğim kadarıyla Emek ve Özgürlük İttifakında herhangi bir kriz yok. Benim ittifak sürecine bir müdahalem de olmadı. İttifak bildirisini ve son bileşenleri basından öğrendim. Gelişmeler elbette bana aktarılıyordu. Ancak ben çalışmaların hiçbir aşamasına doğrudan ya da dolaylı müdahale etmedim. Buna hakkım yok, böyle bir anlayışa da sahip değilim. Açıklamalarım, özel olarak birileri rahatlasın diye yaptığım çalışmalar değil elbette. Ben kendi fikirlerimi, inandığım şekilde ifade ediyorum sadece. HDP’nin ilk turda aday çıkarıp çıkarmayacağına HDP yönetimi karar verecek, bunu onlara sormalısınız.
‘LAİKLİK DE ANTİ EMPERYALİZM DE SOL AÇISINDAN İLKESEL SAHİPLENMEYİ GEREKTİRİR’
İbrahim Varlı (BirGün): İran’daki molla rejimine karşı kadınlar haftalardır ayakta. Siz de Mahsa Amini’nin öldürülmesine tepki vermek ve kadınlara destek olmak için saçınızı kestiniz. Kadınların isyanı laikliğin ülkede ve bölgede ne kadar elzem olduğu bir kez daha gösterdi. Eski Eşbaşkan olarak; HDP ile Emek ve Özgürlük İtitfakı’nın programında “laiklik ve anti emperyalizm vurgusu eksik” yönündeki eleştiri ve yorumlara dair ne söylemek istersiniz?
Tüm eleştiriler değerlidir, serinkanlılıkla değerlendirilmelidir. Ancak partilerin veya ittifakların öncelik sıralamasına bakarak önyargılı davranmamak lazım. Tüm ittifakların kendi içinde eksikleri var. Belki solun kendi arasında rekabetinden çok, yoldaşça mücadele dayanışmasını ve birbirlerinin eksiğini tamamlamalarını teşvik etmemiz daha doğru, daha faydalı olur ve tabii ki laiklik de anti emperyalizm de sol açısından ilkesel bir sahiplenmeyi gerektirir. Bu konuda çekingen olmamak lazım. Bununla birlikte kimlik hakları, kolektif haklar, inanç özgürlüğü de solun herkesten çok sahip çıkması gereken başlıklardır. Bunlar bütünlüklü olarak ele alınırsa ve seçimler dahil olmak üzere mücadele alanlarında dayanışma içinde hareket edilirse sol ittifaklar birbirine güç vermiş olur.
‘ASIL AHLAKSIZLIK HIRSIZLIĞA SESSİ KALMAK’
Yıldız Tar (Kaos GL): Başkanlık seçimlerinde, LGBTİ+ haklarını savunan tek aday olarak öne çıkmıştınız. O günden bugüne devletin LGBTİ+’lara baskıcı politikaları arttı, neredeyse savaş ilan edildi. HDP de dahil olmak üzere muhalefetin ise gündemine çokça girmiyor bu durum. Sizce, böylesi bir durumda muhalefet partilerinin izlemesi gereken yol nedir?
Sanırım seçime yüklenen tarihi önem nedeniyle hiç kimse muhafazakar seçmeni kızdırmak, ürkütmek istemediği, bir de iktidarın havuz medyasının lincine uğramaktan kaçındığı için LGBTİ+’lara yönelen saldırganlığa ve hukuksuzluğa sessiz kalınıyor. Açık konuşmak gerekirse böylesine ajite edilmiş bir topluma, tarihi bir seçim öncesinde LGBT+’ların insan haklarını anlatabilmek kolay bir iş değil. Bunu hiçbir siyasi partinin yapabileceğini sanmıyorum. Ama ben buradan yüksek sesle en azından şunu söyleyebilirim; LGBT+ bireyler hasta değiller, sapkın değiller, ahlaksız değiller, hepimiz kadar insandırlar. Hepimiz kadar da insan onuruna ve haklarına sahiptirler. Ayırımcılık bir suçtur ve asıl ahlaksızlık, ayırımcılığa sessiz kalmaktır. Asıl ahlaksızlık tarikat yurtlarındaki çocuklara tecavüz edilmesine sessiz kalmaktır. Asıl ahlaksızlık hırsızlığa, yolsuzluğa sessiz kalmak, ortak kalmaktır.
‘BAĞNAZLIK BİR ETNİK KİMLİĞE MAL EDİLEMEZ’
Orhan Bursalı (Cumhuriyet): Sizce HDP, Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde dini bağnazlıktan bağımsızlaşması ve daha demokratik bir toplumsal yapının inşa edilmesi için ne yapıyor, ne yapmalı? Neden böylesi toplumsal bir sorun üzerine politika ürettiğini görmüyoruz?
Sevgili Orhan Bursalı, sorunuzda iyi niyet olduğundan hiç şüphem yok ama soruda sanki dini bağnazlık Türkiye’de Kürtlerde var ve bunu çözmekten sorumlu olan da HDP’dir gibi bir alt metin var. İkisine de katılmıyorum maalesef. Bağnazlık, tutuculuk veya aşırı muhafazakarlık bir etnik kimliğe mal edilemez. Bu doğru bir yaklaşım olmaz. Ayrıca toplumsal değişim ve aydınlanma, sadece bir partinin yapabileceği bir şey değildir. Daha doğrusu siyasi partilerin böyle bir rolü de, gücü de olmamalıdır. Partilere bu misyonu yüklemek beraberinde jakobenizmi ve toplumsal mühendisliği getirir. Aydınlanma dediğimiz şey, aydınların öncülüğünde ve tabandan gelişecek toplumsal hareketlerle mümkün ve gerçekçi olur. Bu sürecin öncü güçleri kadın ve gençlik platformları, akademi ve sanat, edebiyat dünyası, üniversite öğrencileri, ekoloji hareketleri, sendikalar, odalar, meslek örgütleri gibi çevreler olmalıdır. Siyasi partiler bu sürecin destekçisi ve kolaylaştırıcısı olabilir en fazla. HDP bunu yapmaya çalışan bir partidir ve bu konuda bir hayli de yol almıştır. Keşke bir haftanızı Hakkari’de ya da Şırnak’ta geçirip Kürt kadınlarının gücünü, toplumsallığını yerinde gözlemleyebilseniz. Belki size bir fikir verebilir.
‘SESSİZ KALMAK SAVAŞI ONAYLAMAKTIR’
Murat Yetkin (Yetkin Report): HDP’nin öncülüğünde Emek ve Özgürlük İttifakının kurulup parlamenter siyaseti savunmasından bir gün sonra PKK Mersin’de karakola saldırdı ve sonra da bunu üstlendi. Nasıl değerlendiriyorsunuz, neye bağlıyorsunuz?
Bu konuda kendi duruşumu, tavrımı, değerlendirmelerimi net olarak açıkladım. Savaş ve şiddet dışındaki çözüm arayışlarında ısrarcı olmalıyız. Bir siyasetçinin temel görevlerinden biri, kendi siyasal alanını savunmak ve ilkesel duruşta ısrarcı olmaktır. Ancak AKP-MHP hükümetinin yıllardır sürdürdüğü ve halen eli kanlı şekilde devam ettirdiği savaş politikasını görmeden, ona karşı çıkmadan barış için samimi davranmış olmayız. Evet silah, şiddet olmasın ama AKP-MHP içeride ve dışarıda istediği şekilde savaşta ısrar ederken sessiz kalmak da savaşı onaylamak olur. Bu konuda ilkeli olmak ve tüm savaş politikalarına tutarlı bir şekilde karşı çıkıp samimi bir barış programını ortaya koymakla olur. Biz demokratik siyasete dair umudu büyütmek ve korumak için çalışmaya devam edeceğiz.
‘SEÇİMLERDEN BÜYÜK BİR DEMOKRASİ ÇIKARMAYI BAŞARMALIYIZ’
Çağrı Sarı (Evrensel): İktidarın tutuklama yoluyla başka hedefler yanında siyasetin dışına atma çabasını nafile kılan çok yönlü bir üretim içindesiniz ve iktidar yanlısı çevreler dahil bu çabalarınızın hakkı teslim ediliyor. Özellikle uzunca zamandır siyasetin başat gündemi haline gelen Türkiye’nin kritik seçimine dair görüşleriniz ilgiyle takip ediliyor ve elbette eleştiriler de oluyor. Bunlar arasında, güncel siyasete dair yaptığınız bazı açıklamaların partinizi zor durumda bıraktığı, HDP’nin ve kurumsal görüşlerinin önüne geçtiği, bunun da rahatsızlık yarattığı eleştirisi de var. Bu yöndeki eleştiriler için ne söylersiniz?
Eleştirileri saygıyla karşılıyorum, hepsine değer veriyorum. Daha dikkatli bir dil ve yöntem kullanarak Genel Merkezimizin iradesine saygılı olmaya özen gösteriyorum. Herkesten de bana karşı aynı saygıyı bekliyorum, doğal olarak.
Saadet Yıldız (Gazete Karınca): Seçim gündeminin giderek yoğunlaştığı bu günleri siz nasıl takip ediyorsunuz? İç siyasetin gerilimi ittifaklar ve masa üzerinden yürütülürken, Ortadoğu’daki dengeler ve en son İran’da yaşananlar bize nasıl çözüm ve çözümsüzlükleri getiriyor?
Seçimlerden büyük bir demokrasi çıkarmayı başarmalıyız. Sonrası ise daha ideolojik ve sınıfsal bir mücadele olacaktır. Neoliberal politikalara karşı sol değerleri ve programları büyütmenin mücadelesi öne çıkacaktır. Başka türlü bu cendereden kurtuluş yok. Bölgesel ve ulusal düzeyde yaşananlar gerçekten büyük derslerle doludur, anlayana elbette. Öncelikle, toplumsal birliğin demokratik ilkeler etrafında sağlanması dışında tüm milliyetçi, mezhepçi, dinci seçeneklerin ne kadar kırılgan, yanlış ve acılı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla tüm ittifaklar öncelikle evrensel demokratik ilkeler konusunda fikir birliği ve uzlaşma içinde olmalı.
‘KRİTİK YAZILARIMI YAYINLANMADNA ÖNCE HDP’YLE PAYLAŞIYORUM’
Abdurrahman Gök (Mezopotamya Haber Ajansı): Kimi gelişmelere ilişkin partiniz açıklama yapmadan sizin beyanatlarda bulunmanızın HDP’nin kurumsal kimlik ve temsiliyeti ile kolektif siyaset yapma anlayışına tezat bir durum teşkil ettiği yönünde yorumlar ve eleştiriler yapılıyor zaman zaman. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tüm eleştirilere saygı duyuyorum. Kritik yazılarımı, mesajlarımı ve röportajları çoğu zaman, yayımlanmadan önce Genel Merkezimizle yıllardır paylaşıyorum. Tıpkı bu röportajı kendileriyle paylaşıp bilgi verdiğim, görüş ve önerilerini aldığım gibi benzer şeyleri yapmaya özen gösteriyorum. Bu konuda partimizle aramızda bir sorun ya da kopukluk yok.
‘HEYKEL MESELESİ KİRLİ PROPAGAND AUNSURUOLARAK KULLANILDI’
Nevşin Mengü (YouTube): Sayın Demirtaş, Halk TV’nin sorularını yanıtlarken önemli bir çıkış yaparak, “Bugün olsa kurmayacağım ya da o şekilde ifade etmeyeceğim bazı cümleler var. Örneğin ‘Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz’ ifadesi hem bağlamından koparılmaya hem yanlış anlaşılmaya çok müsait bir ifadeydi” dediniz. Acaba partiniz HDP ve seçmeniniz bu açıklamalarınıza katılıyor mu?
Katıldıklarından kesin olarak eminim. Çünkü bizim derdimiz heykel dikmek değil, demokratik bir toplum inşa edebilmektir. O özeleştiriyi, şekle değil, öze odaklanmak açısından yaptım. Kitlemizin de HDP yönetiminin de partililerimizin de böyle düşündüğünü biliyorum. Çünkü o konuşma hem Öcalan’ın hem de benim aleyhime çok kullanıldı. Bu nedenle de Öcalan’ın çözüm önerileri yerine hep “heykel” meselesi kirli bir propaganda unsuru olarak kullanıldı. İktidarın kirli propaganda yöntemiyle, Öcalan’ın fikirleri ve çözüm önerileri bu gibi nedenlerle kamuoyuna sağlıklı ve olması gerektiği gibi yansımadı. Öze odaklanmak yerine şekle takılıp kalındı. Benim anlatmak istediğim buydu.
‘ÖCALAN BİR SİYASET USTASIDIR’
İrfan Aktan (Artı Gerçek): Yazdıklarına, çözüm sürecinde söylediklerine, İmralı ziyaretiniz sırasında anlattıklarına dayanarak baktığınızda, sizce üzerindeki tecride son verilse Öcalan’ın şu andaki Türkiye siyaseti okuması nasıl olur? Öcalan’ı en iyi kavradığı söylenen bir siyasetçi olarak, sizce kendisi seçim sürecine nasıl bir strateji önerisinde bulunur?
Şu söyleyeceklerimi sığ bir övgü olarak ele almayın lütfen ama Öcalan bir siyaset ustasıdır ve sadece Türkiye için değil, Orta Doğu’nun temel sorunlarının demokratik çözümü için gerçekten önemli, gerçekçi çözüm önerileri sunmuş biridir. Kendisinin dışarıyla doğrudan teması sağlanabilirse hem toplumsal barışa hem de demokratikleşmeye çok katkısı olacağından kimsenin şüphesi olmasın. Öcalan, seçim gibi dönemsel süreçlere odaklanmaz diye tahmin ediyorum. Onun radikal demokrasiye dair daha stratejik bir yaklaşımı olacaktır diye düşünüyorum. Ben Öcalan ile defalarca, günlerce yüz yüze görüştüm. İmralı’daki bütün görüşme tutanaklarını da ben yazdım. Dolayısıyla Öcalan’ı iyi tanıdığımı düşünüyorum. Bu deneyimlerime dayanarak da kendisinin ciddi bir barış ve demokratikleşme gücünün olduğunu rahatlıkla belirtebilirim.
‘HDP’YLE GÖRÜŞ AYRILIKLARI OLUR AMA AYRIŞMA OLMAZ’
Özlem Gürses (TV OZ-YouTube): Sayın Demirtaş, 12 Kasım 2021 günü eşiniz Başak Demirtaş sizi bir ziyaretinde ikili bir fotoğrafınızı Twitter’da paylaşmış ve “Az önce cezaevinde ‘cumhurbaşkanımızla’ görüştüm” diye yazmıştı. Partiniz HDP bu kare ve mesajla ilgili hiçbir yorum ya da değerlendirme yapmamıştı. Bugün de zaman zaman sizin açıklamalarınızla parti yönetimi arasında, sanki siz hiçbir şey söylememişsiniz gibi bir “vakum” oluşuyor. Sizce bunun nedeni nedir? HDP içinde size yönelik bir tepki ya da mesafe mi var? Konu gündeme gelse HDP sizi gerçekten aday gösterir mi? Yoksa tam tersine “daha az” konuşmanızı mı isterler?
Sorularınız haklı ama tamamının cevabı HDP Genel Merkezinde, Özlem Hanım. Bazı görüş ayrılıklarımızın olduğu doğru ama HDP zaten böyle bir partidir. HDP çok bileşenli, çok kültürlü bir partidir. Bizler hiçbir konuda birebir aynı düşünmeyiz ki. Bu, ben dışarıda eşbaşkanken de böyleydi. Dolayısıyla HDP’de bir konuda görüş ayrılıkları olması demek, başka partilerde olduğu gibi bir ayrılık ya da ayrışma demek değil, çok düşünce, çok akıl olması demektir ve bu, hiç de kötü bir şey olmadığı gibi zenginliktir. HDP böyle zengin bir partidir ve gücünün önemli kaynaklarından biri bu özelliğidir. Bir cümleye sığdırmak gerekirse HDP’de zaman zaman çeşitli konularda görüş ayrılıkları olur ama ayrışma olmaz. Tüm farklılıklarımızla beraber HDP’yiz biz. Ben de kendimi gururla, iyi bir HDP’li olarak tanımlıyorum. Eleştirileri de saygıyla karşılıyor, anlamaya gayret ediyorum.
Hilmi Hacaloğlu (VOA): Neredeyse altı yıldır cezaevindesiniz. Demir parmaklıklar arkasında olmanıza rağmen Türkiye siyasetinin en güçlü aktörlerinden biri olmayı sürdürüyorsunuz. İki hafta önce Hakkari’de konuştuğum gençlerde sözlerinizin ne kadar etkili olduğunu bizzat gördüm. Gelecek seçimler Türkiye’de demokrasi üzerindeki baskının sona erdiği demeyelim ama büyük ölçüde azaldığı bir yeni döneme dair bir umut veriyor ve beklenti yaratıyor mu sizde? Ortak adayla seçimin birinci turda bitmesi gerektiğini söylemiştiniz. Bu ay gönderdiğiniz mektupta, seçimin ikinci tura kalmasını risk olarak görüyor musunuz? Ve bu risk nasıl bertaraf edilebilir?
Seçimlere dair umutluyum ve değişimin, mücadele ederek sağlanabileceğine yürekten inanıyorum. Seçimlerin ilk turda ortak adayla kazanılması için HDP kendi ilkelerini açıkladı zaten. Bu yaklaşım dikkate alınırsa ilk turda kazanmak hiç zor değil.
‘MUHALEFT VE İKTİDAR KANADIYLA HİÇBİR PAZARLIĞIM ASLA OLMADI’
Reyhan Hacıoğlu: (Yeni Yaşam): 6’lı masa denilen Millet ittifakı masasında ısrarla Kürt sorununda bir kaçış söz konusu. Böylesi bir ittifakın programının toplumda bir karşılığı olur mu seçimde. Ve buna rağmen zaman zaman yaptığınız açıklamalar bir olumlama olarak görülüyor. Hatta bir pazarlık yorumlarına kadar dahi gidiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Altılı Masa’daki bazı partiler, Kürt Sorununa dair zaman zaman birkaç cümle kuruyorlar ama Altılı Masa’nın kendisi, kurumsal olarak Kürt Sorununun çözümüne dair henüz tek kelime etmiş değil. Bu son derece ciddi bir eksikliktir ama bu eksikliği giderip gidermemek de kendi bilecekleri bir şeydir. Ben şahsen bu konuda cesur ve gerçekçi olmalarını beklerim. Esas çözüm programı Emek ve Özgürlük İttifakından çıkacaktır. Benim açıklamalarım bir olumlamadan çok teşvik etme ve cesaretlendirme, diyalog kapılarını aralama çabası olarak algılanırsa daha doğru olur ve anlaşılır. Pazarlık sorunuz çok açık değil ama kastettiğiniz benim bir pazarlık içinde olabileceğim yorumuysa bunun net olarak herkesin bilmesini isterim ki, cezaevindeyken hem muhalefet hem de iktidar kanadıyla asla bir “pazarlığım” olmadı, olmayacak. Zaten iktidar kanadıyla doğrudan ya da dolaylı en küçük temasım bile olmadı. Siyasette pazarlık doğaldır, meşrudur ama bunu HDP Genel Merkezi yürütür, ben değil. Bu konuda spekülasyonlara değil bana kulak verilmesini isterim. Ötesi, yanlış ve yanılgılı sonuçlara götürür.
‘SIĞINMACILARI GÖNDERECEĞİZ DEMEKLE OLMAZ’
Evrim Kepenek (Bianet): CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, seçimi kazandıkları takdirde özellikle Suriyeli mültecilerin 4 aşamalı bir plan dahilinde ülkelerine gönderileceğini duyurdu. Mevcut iktidar da “mültecileri” hem Avrupalı devletler karşısında hem de iç siyasette araçsallaştırıyor. Ülkede ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri de düşündüğünüzde mültecilerin yaratmadığı fakat çoğunluk tarafından sorumlusu olarak görüldüğü bir toplumsal algı var. Sizin hem mültecileri hem de Türkiye halklarını rahatlatacak bir mülteci politikanız var mı?
HDP’nin bu konularda çalışma yürüten etkili bir komisyonu var. Konferanslar, paneller, çalıştaylar düzenlediler, sonuçlarını raporlaştırdılar ve ezilenden, halklardan, adaletten, eşitlikten yana son derece somut çözüm önerileri geliştirdiler. Bu raporları ve önerileri sorunuzun cevabına sığdırmam mümkün değil ama özetle şunu söyleyebilirim; zorla göç ettirilen, sığınmacı konumuna getiren insanların, halkların temel insan haklarının tamamı güvence altına alınarak çözüm, bölgesel bir barış politikasının parçası halinde ulusal çerçevede ele alınmalıdır. Öyle “Göndereceğiz, kurtulacağız” demekle olmaz yani.
‘KANDİL FOTOĞRAFINDAN DEVLETİN BİLGİSİ VARDI’
Alican Uludağ (DW Türkçe): Tutuklu yargılandığınız davada size isnat edilen iddiaların ana ekseni, çözüm süreci dönemindeki konuşmalarınız veya eylemleriniz. Örneğin Kandil’de çekilmiş fotoğrafınız. Siz o dönem İmralı görüşmelerine de katıldınız. Örneğin Kandil’e gidilmesi, o fotoğrafın çekilmesi devlet heyetinin kararı mıydı? Bu süreçte devlet heyeti ile görüşmelerinizde, yarın süreç çökerse “yargılanma” konusu gündeme geldi mi? Devlet heyetinden veya sizden bu konuyu açan oldu mu?
İmralı‘da çekilen fotoğrafları Cezaevi Müdürü kendi eliyle çekti ve kendisi elden Adalet Bakanlığına getirdi. Hatta Müdür Bey yolda trafik kazası geçirdi, kazayı da ucuz atlattı. Kaza sonrasında elinde sıkıca tuttuğu çantada o fotoğraflar vardı. Fotoğrafları da Adalet Bakanı bize bizzat kendisi, bir flash bellekte verdi. Flaşh bellekte T.C. Adalet Bakanlığı yazıyordu. Kandil fotoğrafından da devletin bilgisi vardı. Hepsi yasal güvenceler çerçevesinde gerçekleşti tabii ki. Fakat ahlak dışı bir şekilde, bugün o fotoğraflardan hem yargılanıyoruz hem havuz medyasında linç edilmeye çalışılıyoruz. Süreç yasal güvenceye bağlanmaz ve kalıcı barışla sonuçlanmazsa yargılanacağımızı, Öcalan öngörmüş ve bunu İmralı‘da dile getirmişti. Kazadan hemen sonra çekilmiş şu fotoğrafta görülüyor:
O günün haberlerinden bir cümleyi de ekliyorum, Hürriyet gazetesinden: “Yıllardır sürdürdüğü görev nedeniyle Öcalan’ı en yakından izleyen isim olan Duzman’ın, kazada ciddi şekilde yaralanmasına rağmen elindeki çantayı hiç bırakmaması dikkat çekti.”
Selahattin Demirtaş: “İmralı‘da çekilen fotoğrafları Cezaevi Müdürü kendi eliyle çekti ve kendisi elden Adalet Bakanlığına getirdi”
Canan Coşkun (Diken): AİHM Türkiye yargılamaları tarihinde sayılı kararlardan birini vererek hukuksuz bir biçimde tutuklandığınıza hükmetti. Mahkeme sizi haklı bulmasına karşın tutukluluğunuz altıncı yılına giriyor. Kıdemli bir “haklı” olarak, özgür bir biçimde siyaset yapıyor olsaydınız nasıl bir adalet sistemi kurardınız? AKP iktidarından sonraki hükümetin yargıdaki çürümeyi bitirmek için nereden başlaması gerekiyor? Yargı bu kadar ele geçirilmişken karşılaşılacak en büyük zorluk ne olacak? Zorluklar karşısında nasıl bir yol izlemeliler?
Genel olarak toplumda adalet ve yargıda adalet konusu tek başına bir yasal düzenleme meselesi değildir. Öncelikle demokrasi ve insan hakları kültürünün gelişmesine odaklanmak lazım. Yani insanın niteliği artmadan yargıda adalet sağlanamaz. İlkokuldan üniversiteye kadar zorunlu insan hakları, eşitlik, demokrasi dersleri eğitimi olmalı, her şehirde insan hakları akademisi açılmalı ve yaygın halk eğitimi ile halkın bilinç düzeyi artırılmalı. Dizilerden reklamlara, filmlerden tiyatro oyunlarına, edebiyata kadar tüm alanlarda seferberlik ruhuyla insan hakları, ayırımcılık, demokrasi konuları ele alınmalı. Bu kültürde yetişmiş hakimler ve savcılar hazır hale geldiğinde iyi yasalar ve adil işleyen bağımsız yargı anlamlı hale gelebilir. Tüm bunlarla birlikte, en temel adaletsizlik ekonomi alanındadır ve sınıf çelişkisindedir. Sömürü düzeni zayıflatılmadan tarafsız bağımsız yargı da adalet de sağlanamaz. Hepsi iç içe yürüyen bir mücadele bütünü şeklinde ele alınmalıdır.
‘KÜÇÜK HESAPLARA MEYLETMEYİN ÜTFEN’
Erkan Çapraz (Yüksekovahaber): Eş Genel başkanlığınız döneminde Hakkari ve çevresindeki illerde yaşayan ve partinize muhalif aile büyükleri veya kanaat önderleri / aşiret liderlerinin neredeyse tamamı sizin de girişimleriniz sonucu HDP’ye katıldı. Birçoğu için tören düzenlediniz. Fakat bu şahsiyetlerin büyük bir kısmı son zamanlarda tekrar Ak Parti, CHP veya diğer partileri desteklemeye başladı. Bunun nedeni sizce nedir? Bu kişilere vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Sanırım güç ve iktidar ilişkileri bunda en temel belirleyici rolü oynuyor. Bazı çevreler ne yazık ki her dönemin güçlüsünün ve iktidarının yanında yer alarak varlıklarını sürdürmeyi tercih ediyor. Keşke halkın değerlerinin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yanında yer alıp onurlu bir duruşta ısrar etseler. Buradan tüm Colemerg halkına çağrı yapmış olayım, geleceğimiz ve çözümümüz birliğimizde, beraberliğimizdedir. Küçük hesaplara meyletmeyin lütfen. HDP zaten büyük bir güçtür ve sizlerin tüm sorunlarınızın çözümüne taliptir. Tıpkı 2015 Haziran’ında olduğu gibi, tüm halkımız bir yürek gibi olmalıdır. Bu vesileyle sadece Colemerg halkımıza değil, bahsettiğiniz tüm o çevrelere aynı çağrıyı yapıyor ve Gever başta olmak üzere her yere ayrı ayrı selamlarımı, sevgilerimi gönderiyorum.
‘ÇIKIŞIN YOLU SOL POLİTİKALAR’
Uğur Gürses (T24): Kasım 2020’deki soruma verdiğiniz yanıtta, “…demokrasi ittifakı eşittir demokratik ekonomi anlamına gelmiyor. Ancak ortak bir ekonomik programda, hiç değilse geçiş süreci için, anlaşabilmenin yollarını da bulmak zorundayız. Sonrasında da eğer demokratik siyaset imkânı tüm kesimler açısından adil bir ortama kavuşmuşsa elbette herkes kendi ekonomi programıyla bir sonraki seçime hazırlanacaktır” demiştiniz. Aradan geçen 2 yılda ekonomi yönetiminde tutturulan yol, şirketlerin ve bankaların kazançlarını patlatırken, yarattığı yıkıcı bir enflasyonla ücretle çalışan kesimleri yoksullaştırdı, orta sınıfı yoksulluk eşiğine yaklaştırdı. Seçim sonrası bir ‘geçiş süreci’ olacaksa önereceğiniz “ortak ekonomi programının” öncelikli hedefleri neler olur?
Şu anda Altılı Masanın somut bir ekonomi programı görünmüyor. Parçalı şekilde bazı sözcülerden ekonomiye dair açıklamalar duyuyoruz ki, tamamı neoliberal çözüm önerileridir. Yani hiçbiri mesela bütçe hakkından, yerel bütçeden, bütçeyi halkın denetlemesi hakkından, büyümeye dayalı ekonomi yerine kalkınmaya dair hiçbir perspektif yok Altılı Masada. Dünyada ekonomik küçülme tartışmaları yapılırken üstelik. Bu vesileyle, bu konudaki Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis tarafından yazılan “Küçülme“ adlı kitabı herkese tavsiye ederim. Bu yolsuzluk, talan, soygun ve sömürü düzeninden çıkışın yolu revize edilmiş neoliberal politikalar değil, sol ekonomik programdır.
Yani emekçi, üretici, sanayici, çiftçi ötelenip sermaye ağırlıklı şekilde desteklenerek neoliberal sistemi ayakta tutmak yerine denge emekçiler lehine -ki nüfusun %90’ından söz ediyoruz- çevrilmek zorundadır. Bunun da yolu bütçeyi en küçük yerel birime kadar indirip katılımı ve denetimi arttırmakla başlar. Sosyal güvence, iş güvencesi, işçi güvenliği sendikal haklar, toplu sözleşme ve grev hakkı gösteri ve ifade hürriyeti gibi alanlarda emekçi lehine yasal, idari güvencelerle devam eder. Ayrıca yerel üretim, dağıtım ve satış kooperatifleri ile demokratik ekonominin desteklenmesi, vergi adaletinin çalışanlar lehine sağlanması, ekolojik dengeyi dikkate almayan yatırımların engellenmesi de buna dahildir.
Yani herkese yetecek kadar üretim, adil dağıtım, temiz enerji; yolsuzluğun, israfın ve lüksün önlenmesi gibi temel ilkelerle büyüme yerine küçülmeyi esas alarak daha fazla insana daha az emek ve daha az kaynak ile daha büyük bir refah sağlanabilir. Kamudan başlayarak ücretlerde de kısıtlamaya gitmeden çalışma saatleri kısaltılarak istihdam artırılabilir. Kaynakların emekçilere aktarılıp aktarılmaması politik bir tercihtir. Genç nüfusun tamamı üretim sürecine dahil edilebilir. Önemli olan, gece gündüz çalışıp aşırı üretip aşırı tüketmek değildir. Yeteri kadar çalışıp yeteri kadar tüketmek ve huzurlu, keyifli bir hayata fırsat, zaman ayırabilmektir. Bu dünyaya sadece çalışmak için değil, keyifli ve anlamlı yaşamak için geliyoruz. O halde ekonomik model de buna hizmet etmeli, başka bir şeye değil.
Mehveş Emin (Kısa Dalga): Tutsak edildiğinizde kızlarınız Delal ve Dılda, küçük birer kız çocuğuydu. Geçen koca altı yılda büyüdüler, genç kız oldular. Kızlarınız için hayal ettiğiniz Türkiye nasıl bir yer? Hayata ve özgür bir yaşam kurmalarına dair, onların yaşındaki genç kadınlara neler söylemek istersiniz? Aradan geçen yıllar, yaşananlar, kadın özgürlüğü konusunda düşüncelerinizi farklılaştırdı mı?
Kadınlar, özellikle de genç kadınlar, yeryüzünün ezilen en büyük ulusudur. Bu acı gerçek ne yazık ki dört bin yıldır böyledir. Bütün güç, otorite, egemenlik, zor ve zorbalık ilişkileri toplumsal yaşamda kadının boyunduruk altına alınmasıyla başladı ve iş giderek devlete, orduya, krala, imparatora, başkana, başbakana, patrona, babaya, kocaya kadar tüm hiyerarşik egemenlik ilişkilerini üretip insanlığı derin sorunlarla, acılarla başbaşa bıraktı. Dolayısıyla kadın eşitliği ve özgürlüğü sorunu, bir yaşam tarzı konusu veya sorunu değildir, aksine son derece politiktir ve sınıfsaldır. Bu nedenle kadınlar eşit ve özgür olmadan asla demokrasi gelişmez, toplum özgür olmaz, olamaz. Kadın mücadelesi sırf kadının özgür olması mücadelesi de değildir.
Toplumsal özgürlük mücadelesinin başat konusudur. Reel sosyalizm, geçen yüzyılda bu yakıcı konuyu ne yazık ki bilince çıkaramadı ve Rosa Luxemburg gibi kadın öncülerin tarihsel rollerinin kıymeti anlaşılamadan bir dönem kapandı. Artık bu yüzyılda sosyalizm ne feminizmden ne de ekoloji mücadelesinden ayrı düşünülemez. Sınıf, cinsiyet, kimlik, toplumsal cinsiyet ve ekoloji sosyalizmin ana konularıdır ve bütün bunlara dair çözüm üretmek zorundadır. Benim kadınlara bu konuda bir önerim olamaz. Kadınlar, kadınlarla dayanışma içinde olmalı. Erkek cinsinin veya erkek zihniyetinin liderliğini yaptığı hiçbir hareketin peşine takılmamalılar. Bu önerimi dikkate alsınlar tabii? Gelecek güzel günler kadınların öncülüğünde yürüyen mücadeleyle yakınlaşacaktır, tıpkı bugün İran’da olduğu gibi. Biz erkek cinsi de kadınların yanında olmaya, mücadeleye destek olmaya devam etmeliyiz.
‘TÜM CEZAVLERİ BİRER SORUN YUMAĞI’
Serdar Altan (Tutuklu gazeteci- Dicle Fırat Gazetecileri Derneği Eşbaşkanı): Emek ve Özgürlük ittifakının kuruluşuyla birçok çevrede heyecan yaratmışa benziyor. Siz ittifakın etki gücünü nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce ittifak ayrı bir aday çıkarmalı mı? Biliyorsunuz size cezaevinden soruyorum. Ama bizden daha kıdemli bir politik tutsak olarak, cezaevlerinde yaşanan problemler, başta İmralı olmak üzere yaşanan tecrit ve izolasyona ilişkin neler söylemek istersiniz?
Öncelikle, şahsında tüm tutsak basın emekçilerini selamlıyor, dayanışma dileklerimle birlikte selam, sevgilerimi gönderiyorum.
Soruyu cezaevinden iletmek durumunda kalan bir gazetecinin varlığı bile memleketin hal-i pür melali hakkında bir fikir veriyor. Bana kalırsa cezaevlerindeki en büyük sorun, cezaevlerinin bizzat kendisidir. Şu anda tüm cezaevleri birer sorun yumağı, bazıları da işkencehaneye dönüşmüş durumda. Mahpuslar zaten özgürlükleri ellerinden alının kişiler fakat hukuka aykırı şekilde, uygulamada da katmerli bir özgürlük gaspı söz konusu. Aile, telefon, avukat görüşlerinden sosyal etkinliklere; gazete, kitap yasaklarından kantin fiyatlarına, el konulan mektuplardan odada yapılan arama adlı tacizlere kadar her şey cezaevlerinde bir sorundur, bir tür işkencedir. Fakat İmralı’da kesintisiz sürdürülen tecrit dahil, tüm uygulamalar rejimin karakteriyle doğrudan bağlantılıdır.
Baskı, şiddet, savaş, yolsuzluk ve krizlerden beslenen bir rejimin kontrolündeki cezaevlerinin “normal” olması beklenemez. İçeride ve dışarıda demokrasi mücadelesi büyütülüp toplumsal özgürlükler güvence altına alınmadan cezaevleri de “normalleşemez”, tecrit de sona ermez. Hepsi birbirine bağlıdır ve ancak akıllıca, sabırla, dirençle ve kararlı şekilde yürütülecek demokratik siyasi mücadeleyle kazanım elde edilebilir.
Demokratik siyasi mücadele dediğimiz şeyse parti siyasetinden ibaret değildir; sendikalardan platformlara, derneklerden odalara ve bireylere kadar her yerde, her koşulda meşru mücadeleyi esas alan miting, yürüyüş, grev, protesto dahil olmak üzere tüm anayasal hakların etkili şekilde kullanımıdır. Kimileri demokratik siyasi mücadeleyi parlamentarizmden ibaret sanıyor ki, bu yanılgıdır. Şiddet dışı yol ve yöntemlerle, demokratik bir iç işleyişle yaşamın her alanını ve halkı özne haline getirerek her yeri demokratik direniş zeminine çevirebilmektir, demokratik siyasi mücadele.
Tüm tutsaklar gibi basın emekçilerine de bir an önce özgürlük diliyorum.
‘ROL MODEL ALINAM İYİ BİR ŞEY Mİ, EMİN DEĞİLİM’
Bahadır Özgür (Artı TV programcısı): Batı’daki kentlerde doğmuş, yaşamını oralarda kurmuş, kendini oraya ait gören ve artık ailesinin memleketiyle bağı kalmamış Kürtlerle hala Kürt kentlerinde yaşayanlar arasındaki yaşambiçimsel farkların, geleceğe dair politik beklentilere, tercihlere de belirgin biçimde yansımaya başladığına dair bir gözleminiz var mı? Böyle bir gözleminiz varsa eğer, siz hangi kesime daha etkili hitap ettiğinizi düşünüyorsunuz? Bu soruyla bağlantılı olarak, sadece siyasette yarattığınız yeni yaklaşımla değil; aynı zamanda edebiyata, resme, müziğe yönelik ilgiyi aşan pratiğinizle; aile ilişkilerinizdeki cinsiyet eşitlikçi, romantik karakterinizle bir yeni ‘Kürt erkek rol modeli’ne de dönüştüğünüzün farkında mısınız?
Bahsettiğiniz iki farklı sosyolojinin de farkındayım ama makas, şehirli Kürde doğru kapanıyor. Yani baskın sosyoloji şehirleşmeye doğru gidiyor. Ben sadece Kürt sosyolojisine değil, kırdan kente ve tüm sınıfsal kesimlere seslenmeye, ulaşmaya çalışıyorum. Evet, bir sosyalistim, etnik kimliğim Kürt (Zaza) ama geniş kitle siyaseti yapan bir partideyim. Bu nedenle söylemimi, geniş kesimlere ulaşabilecek şekilde kuruyorum, HDP çizgisini daha görünür kılmaya çalışıyorum. Kürtlerin de tümüne ulaşmaya çalışıyorum elbette. Bahsettiğiniz rol modele dönüşme iddiasını duyuyorum ama o dediğiniz nasıl bir şeydir, nasıl bir etki yaratıyor buradan hissetmem, ölçmem mümkün değil. Ayrıca benim rol model olarak alınmam iyi bir şey mi, bundan emin değilim.
Barış YarkadaŞ (TV100): “Mahallenin delisi” olmak nasıl bir duygu?
Başında huniyle bir aşağı bir yukarı dolaşırken herkese deli olmadığını ve hakikati anlatmaya çalıştığını nafile yere söylemeye çalışmak gibi bir şey işte Barış.
‘SANSÜR YASASINI ANLAMSIZ HALE GETİRMENİN O YOKMUŞ GİBİ SOSYAL MEDYAYI DAHA ÖZGÜR KULLANMAKTIR’
İrfan Değirmenci (Halk TV): Meclis açılır açılmaz iktidarın gündeme getirdiği sansür yasası, Türkiye’nin nasıl bir ortamda seçime gittiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Bu süreçte ketıl sıkıntı yaratacak olursa sesinizi kamuoyuna ulaştırmak için elinizde başka elektrikli alet var mı?
Bir tane de saç kurutma makinem var ama ondan tivit atmayı hiç denemedim ???? Ne yazık ki bu iktidar giderayak panikle, korkuyla her türlü baskıyı, hileyi kendine hak gören bir politika izliyor. Bunu öngörebiliyorduk zaten. Sansür yasasını anlamsız hale getirmenin yolu, o yasa yokmuş gibi, sosyal medyayı eskisinden daha özgür ve cesur kullanacak milyonları sivil itaatsizlik şeklinde harekete geçirmektir. Mesela bir tivit ya da haber haksız here engellenirse milyonlarca insan onu paylaşarak aynı “suç”a ortak olmalı. Milyonlarca kişiye soruşturma açamazlar. Yani geri adım atmamak lazım. Israrla üstüne üstüne gitmek, en doğrusudur bence.
İzel Sezer (İleri Haber): Eşit yurttaşlığın inşası için hangi somut adımların atılmasını şart görüyorsunuz?
Bu hem anayasa hem yasa hem de pratik uygulamalarda tüm ayırımcılığın ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bunun için de herkesi Türk, Sünni, Hanefi, erkek kimliğine sıkıştırma politikalarından resmi olarak vazgeçilmesi gerekir. Farklı inanç, kimlik ve cinsiyetler tüm benlikleri, varlıkları ve gerçeklikleriyle özgür ve eşit olamadan eşit yurttaşlıktan söz edilemez.
‘BENDE ŞOK EDİCİ BİR BİLGİ YOK’
Zafer Arapkirli (KRT): 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arasındaki sürece dair konuşarak kamuoyunu aydınlatacak 4 önemli siyasi figür var: Erdoğan, Davutoğlu, Öcalan ve Demirtaş. İlk ikisinin gerçek bir izahatta bulunmayacağını biliyoruz. Öcalan’ın da bulunması mümkün olmadığına göre, geriye siz kalıyorsunuz. O dönemi açık biçimde kamuoyuna ne zaman anlatacaksınız? Ya da bunu birkaç cümleyle nasıl özetlersiniz?
TBMM’de bir Araştırma Komisyonu kurulmalı ve bu konu tarafından enine boyuna araştırılmalı. Ben de o komisyona bilgi vermeye hazırım. Bende öyle şoke edici, spekülatif bir bilgi yok, hepimizin bildiği yakıcı gerçekleri daha detaylı anlatabilecek durumdayım sadece. Ayrıca Öcalan’ın da böyle bir komisyona yardımcı olacağını, bilgi vereceğini düşünüyorum. Nihayetinde komisyonun, bir tür hakikat ve yüzleşme komisyonu rolü olacak. O dönemi bir cümleyle anlatmak gerekirse Türkiye siyasi tarihinin en ciddi kumpaslarından ve katliam dönemlerinden biri olarak belirtebiliriz.