Gazeteci Emin Çölaşan, Fatma Çetin’in hüzün dolu mektubunu köşesine taşıdı…
Sevgili okurlarım, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında birileri, vur deyince öldürdü. Açlığa mahkûm edilen on binlerce insana karşı nice haksızlıklar ve hukuksuzluklar yapıldı… Ve yapılmaya devam ediliyor. Cezaevleri tıka basa dolduruldu. Bu insanların başvuracağı hiçbir makam yok. Olsa bile sonuç alınamıyor. Gerek tutuklananlardan, gerekse onların ve kamudan ihraç edilenlerin yakınlarından hemen her gün mektuplar alıyorum, sadece çok az bir bölümünü burada sizlere iletmem mümkün oluyor.
Hiçbirini tanımam, doğru söyleyip söylemediklerini de bilemem. Ama olanlara, yapıldığı iddia edilen haksızlıklara karşı çıkmak zorundayım. İşte size iki örnek daha…
* * *
Erzurum Cezaevi’nden yazan öğretmen Fatma Çetin, mektubuna başlığı da kendisi koymuş: “Bir annenin, bir eşin, bir kadının sessiz çığlıkları.”
Özetliyorum:
“Sayın Emin Bey, mektubumu size Erzurum Kapalı Cezaevi’nden yazıyorum. Elinize ulaşırsa lütfen her satırını dikkatle okuyunuz. Çünkü bu mektup benim içimin yangını. Sesimizi hiçbir yere duyuramıyoruz. İlk olarak temmuz ayında, polis memuru eşim açığa alındı ve hiçbir somut delil olmadığı halde tutuklandı. 11 aydan beri iddianamesi hazırlanmadı.
Eşim tutuklandığı zaman kızımıza yedi aylık hamile idim. Bu dönemde anne karnındaki bebeğimin gelişimi yavaşladı ve yaşadığımız sıkıntılar yüzünden sekiz aylık hamile iken erken doğum yaptım. Solunum sıkıntısı olduğu için bebeğim bir süre küvezde kaldı.
Zor günler bununla da bitmedi. Kendim de, 13 Ekim günü öğretmen olarak görev yaptığım mesleğimden, doğum izninde iken açığa alınıp 7 Şubat’ta ihraç edildim. Yaklaşık iki ay sonra da F..Ö üyesi olmak suçlamasıyla yine hiçbir somut delil olmadığı halde tutuklandım. Bir hafta sonra sekiz aylık bebeğim Melek’i cezaevine aldırabildim.
Bu bir haftalık ayrılıkta sütümü ağlayarak lavaboya sağdım. Bir anne için ne kadar ağır bir durum olduğunu tahmin edersiniz.”
* * *
Fatma Çetin Hanım mektubunun sonraki bölümünde koğuşta bebeği ile birlikte nasıl yaşadığını anlatıyor:
“Cezaevi şartları bebeğim için uygun değil. Bu süreç kendimden çok bebeğim için dayanılmaz hale geldi. Sekiz kişilik koğuşta tam 30 kişi kalıyoruz. 29’uncu kişi dört yaşındaki Hasan, 30’uncu kişi ise bebeğim Melek. Koğuşun her tarafı ranza dolu olduğu için hareket edecek alan yok. 29 kişi fısıltıyla konuşsa bile gürültünün önüne geçilemiyor ve kızım düzenli uyku uyuyamıyor. Düzenli beslenmesi gereken bebeğim bize verilen yemeklerden yemek zorunda kalıyor. Yürümeyi öğrenebilmesi için emekleme alanı yok. Tek banyo ve tek lavabo olduğu için hijyen koşullarını anlatmayı bile düşünmüyorum.
Üç kişilik bir çekirdek aileyiz ve bebeğim dahil hepimiz tutukluyuz. Üç sene boyunca hasretle beklediğimiz bebeğimize yedi aylık hamile iken, ben darbenin neresinde yer almış olabilirim? Bir öğretmen olarak acaba elimdeki kalem mi silahımdı? Saygılarımla.”
VE SUBAY ADAYI YAZIYOR
TSK, belli dönemlerde sınav açıp sözleşmeli subaylar alıyor. Sınava dört yıllık üniversite mezunları girebiliyor. Kazananlara bir süre harp okulunda temel askerlik dersleri veriliyor, sonra teğmen rütbesiyle subay oluyorlar.
Şimdi onlardan birinin, Ankara’da Sincan Cezaevi’nde tutuklu bir subay adayının mektubuna özetle bakalım:
“Sayın Emin Çölaşan, lütfen annesinin babasının cenazesine gönderilmeyenlerin, haksız yere aylarca hücrede yatanların, kanser olup cezaevinin malûm koşullarında yaşamaya terk edilenlerin ve kısacası (darbeye karıştıkları iddiasıyla tutuklanan) biz 156 subay adayı öğrencinin sesi olunuz.
Ben Ankara’da Sincan Cezaevi’nde yatmakta olan Arif Karataş. Subay adayı öğrenciyim. Bu mektubu size 156 arkadaşım adına yazıyorum. F..Ö ile fikirsel ve eylemsel hiçbir bağlantım olmamıştır. Okullarında okumadım, dershanelerine gitmedim, evlerinde yurtlarında kalmadım, Bank Asya’nın önünden bile geçmedim, ByLock isimli programı ilk defa burada cezaevinde duydum.”
* * *
“Biz 156 subay adayı öğrenci, Şubat 2016’da askerlik eğitimine büyük umutlarla başladık. Üniversiteden henüz mezun olmuştuk, hayallerimiz vardı. Ama hayallerimizi çaldılar, 11 ayımızı çaldılar. Bununla da yetinmeyip üzerimize bir de hainlik yaftası yapıştırdılar. Biz subay adayı öğrenciler darbeye teşebbüs etmişiz! Rütbemiz yoktu, yetkimiz yoktu. Üstelik üzerimizde ne mermi vardı ne de mühimmat. Güvenli bölgeye götürüleceğimiz söylenerek (o gece) komutanlarımız tarafından helikopterlere bindirildik. Ve sonrasında Genelkurmay Başkanlığı olduğunu anladığımız yere indirildik. Olayın farkına varır varmaz polislere sığındık.
* * *
Cezaevindeki bekleyiş hepimiz için farklı oldu. İki arkadaşımızın annesi, bir arkadaşımızın babası vefat etti. Son kez olsun onlara veda etmelerine bile izin verilmedi. Çünkü onlar sadece komutanlarının emirlerini uygulamış olan hain askeri öğrencilerdi!
Bir cenaze namazı bile çok görüldü. (Tutuklu iken) Babası vefat eden arkadaşımız Emrah Ümitalan. Anneleri vefat edenler Bilal Karaduman ve Muharrem Sezer. Kanser olan arkadaşımız Bayram Altunbaş en sonunda geçtiğimiz mayıs ayında tahliye edildi. Buna da şükür.
* * *
Cemil Turan isimli başka bir öğrenci arkadaşımız “Yurtta Sulh Konseyi” üyesi olmakla suçlanıp hücreye atıldı. Yazılı ve sözlü birçok başvurusuna rağmen sesini kimseye duyuramadı. Son olarak meramını mahkemede dile getirdi ve isim benzerliği yüzünden hata yapıldığı ortaya çıktı. Meğerse albay rütbesinde başka bir Cemil Turan varmış!
Neyse, mahkeme karar verince arkadaşımızı normal koğuşa aldılar. Yazılarınızı burada her gün okuyoruz. Elinizden geldiğince biz mağdurların sesi olmaya çalışıyorsunuz. Belki size bu yazdıklarımı da birileri okuyacak, üzülecek ama bir kenara atacak. Tıpkı bizim gençliğimizin, hayallerimizin kenara atıldığı gibi…”
Daha ne mektuplar, ne örnekler var! Okudukça insanın ağlayası geliyor. Lütfen bitirsinler artık bu haksızlıkları, hukuksuzlukları ve insanlık dışı davranışları!
Gazeteci Emin Çölaşan, Fatma Çetin’in hüzün dolu mektubunu köşesine taşıdı…
Sevgili okurlarım, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında birileri, vur deyince öldürdü. Açlığa mahkûm edilen on binlerce insana karşı nice haksızlıklar ve hukuksuzluklar yapıldı… Ve yapılmaya devam ediliyor. Cezaevleri tıka basa dolduruldu. Bu insanların başvuracağı hiçbir makam yok. Olsa bile sonuç alınamıyor. Gerek tutuklananlardan, gerekse onların ve kamudan ihraç edilenlerin yakınlarından hemen her gün mektuplar alıyorum, sadece çok az bir bölümünü burada sizlere iletmem mümkün oluyor.
Hiçbirini tanımam, doğru söyleyip söylemediklerini de bilemem. Ama olanlara, yapıldığı iddia edilen haksızlıklara karşı çıkmak zorundayım. İşte size iki örnek daha…
* * *
Erzurum Cezaevi’nden yazan öğretmen Fatma Çetin, mektubuna başlığı da kendisi koymuş: “Bir annenin, bir eşin, bir kadının sessiz çığlıkları.”
Özetliyorum:
“Sayın Emin Bey, mektubumu size Erzurum Kapalı Cezaevi’nden yazıyorum. Elinize ulaşırsa lütfen her satırını dikkatle okuyunuz. Çünkü bu mektup benim içimin yangını. Sesimizi hiçbir yere duyuramıyoruz. İlk olarak temmuz ayında, polis memuru eşim açığa alındı ve hiçbir somut delil olmadığı halde tutuklandı. 11 aydan beri iddianamesi hazırlanmadı.
Eşim tutuklandığı zaman kızımıza yedi aylık hamile idim. Bu dönemde anne karnındaki bebeğimin gelişimi yavaşladı ve yaşadığımız sıkıntılar yüzünden sekiz aylık hamile iken erken doğum yaptım. Solunum sıkıntısı olduğu için bebeğim bir süre küvezde kaldı.
Zor günler bununla da bitmedi. Kendim de, 13 Ekim günü öğretmen olarak görev yaptığım mesleğimden, doğum izninde iken açığa alınıp 7 Şubat’ta ihraç edildim. Yaklaşık iki ay sonra da F..Ö üyesi olmak suçlamasıyla yine hiçbir somut delil olmadığı halde tutuklandım. Bir hafta sonra sekiz aylık bebeğim Melek’i cezaevine aldırabildim.
Bu bir haftalık ayrılıkta sütümü ağlayarak lavaboya sağdım. Bir anne için ne kadar ağır bir durum olduğunu tahmin edersiniz.”
* * *
Fatma Çetin Hanım mektubunun sonraki bölümünde koğuşta bebeği ile birlikte nasıl yaşadığını anlatıyor:
“Cezaevi şartları bebeğim için uygun değil. Bu süreç kendimden çok bebeğim için dayanılmaz hale geldi. Sekiz kişilik koğuşta tam 30 kişi kalıyoruz. 29’uncu kişi dört yaşındaki Hasan, 30’uncu kişi ise bebeğim Melek. Koğuşun her tarafı ranza dolu olduğu için hareket edecek alan yok. 29 kişi fısıltıyla konuşsa bile gürültünün önüne geçilemiyor ve kızım düzenli uyku uyuyamıyor. Düzenli beslenmesi gereken bebeğim bize verilen yemeklerden yemek zorunda kalıyor. Yürümeyi öğrenebilmesi için emekleme alanı yok. Tek banyo ve tek lavabo olduğu için hijyen koşullarını anlatmayı bile düşünmüyorum.
Üç kişilik bir çekirdek aileyiz ve bebeğim dahil hepimiz tutukluyuz. Üç sene boyunca hasretle beklediğimiz bebeğimize yedi aylık hamile iken, ben darbenin neresinde yer almış olabilirim? Bir öğretmen olarak acaba elimdeki kalem mi silahımdı? Saygılarımla.”
VE SUBAY ADAYI YAZIYOR
TSK, belli dönemlerde sınav açıp sözleşmeli subaylar alıyor. Sınava dört yıllık üniversite mezunları girebiliyor. Kazananlara bir süre harp okulunda temel askerlik dersleri veriliyor, sonra teğmen rütbesiyle subay oluyorlar.
Şimdi onlardan birinin, Ankara’da Sincan Cezaevi’nde tutuklu bir subay adayının mektubuna özetle bakalım:
“Sayın Emin Çölaşan, lütfen annesinin babasının cenazesine gönderilmeyenlerin, haksız yere aylarca hücrede yatanların, kanser olup cezaevinin malûm koşullarında yaşamaya terk edilenlerin ve kısacası (darbeye karıştıkları iddiasıyla tutuklanan) biz 156 subay adayı öğrencinin sesi olunuz.
Ben Ankara’da Sincan Cezaevi’nde yatmakta olan Arif Karataş. Subay adayı öğrenciyim. Bu mektubu size 156 arkadaşım adına yazıyorum. F..Ö ile fikirsel ve eylemsel hiçbir bağlantım olmamıştır. Okullarında okumadım, dershanelerine gitmedim, evlerinde yurtlarında kalmadım, Bank Asya’nın önünden bile geçmedim, ByLock isimli programı ilk defa burada cezaevinde duydum.”
* * *
“Biz 156 subay adayı öğrenci, Şubat 2016’da askerlik eğitimine büyük umutlarla başladık. Üniversiteden henüz mezun olmuştuk, hayallerimiz vardı. Ama hayallerimizi çaldılar, 11 ayımızı çaldılar. Bununla da yetinmeyip üzerimize bir de hainlik yaftası yapıştırdılar. Biz subay adayı öğrenciler darbeye teşebbüs etmişiz! Rütbemiz yoktu, yetkimiz yoktu. Üstelik üzerimizde ne mermi vardı ne de mühimmat. Güvenli bölgeye götürüleceğimiz söylenerek (o gece) komutanlarımız tarafından helikopterlere bindirildik. Ve sonrasında Genelkurmay Başkanlığı olduğunu anladığımız yere indirildik. Olayın farkına varır varmaz polislere sığındık.
* * *
Cezaevindeki bekleyiş hepimiz için farklı oldu. İki arkadaşımızın annesi, bir arkadaşımızın babası vefat etti. Son kez olsun onlara veda etmelerine bile izin verilmedi. Çünkü onlar sadece komutanlarının emirlerini uygulamış olan hain askeri öğrencilerdi!
Bir cenaze namazı bile çok görüldü. (Tutuklu iken) Babası vefat eden arkadaşımız Emrah Ümitalan. Anneleri vefat edenler Bilal Karaduman ve Muharrem Sezer. Kanser olan arkadaşımız Bayram Altunbaş en sonunda geçtiğimiz mayıs ayında tahliye edildi. Buna da şükür.
* * *
Cemil Turan isimli başka bir öğrenci arkadaşımız “Yurtta Sulh Konseyi” üyesi olmakla suçlanıp hücreye atıldı. Yazılı ve sözlü birçok başvurusuna rağmen sesini kimseye duyuramadı. Son olarak meramını mahkemede dile getirdi ve isim benzerliği yüzünden hata yapıldığı ortaya çıktı. Meğerse albay rütbesinde başka bir Cemil Turan varmış!
Neyse, mahkeme karar verince arkadaşımızı normal koğuşa aldılar. Yazılarınızı burada her gün okuyoruz. Elinizden geldiğince biz mağdurların sesi olmaya çalışıyorsunuz. Belki size bu yazdıklarımı da birileri okuyacak, üzülecek ama bir kenara atacak. Tıpkı bizim gençliğimizin, hayallerimizin kenara atıldığı gibi…”
Daha ne mektuplar, ne örnekler var! Okudukça insanın ağlayası geliyor. Lütfen bitirsinler artık bu haksızlıkları, hukuksuzlukları ve insanlık dışı davranışları!