7 imar affının riskli yapıların dönüştürülmesinde önemli bir zafiyete neden olduğu belirtilen rapora göre, olası bir depremde hasar alması muhtemel bina sayısı 86 bin 400’den fazla.
İBB’ye bağlı İPA, ‘İstanbul’un Kapısındaki Kriz: Deprem’ raporunu yayınladı. Raporda, İstanbul’da son 20 yılda tamamlanan ve yapımı devam eden büyük ölçekli inşaat projelerine dikkat çekildi. Çeşitli fonksiyon değişimleri, mevzuata aykırı uygulamalar ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanları ile elde edilen maddi kazancın 1,4 trilyon lirayı bulduğu belirtilen raporda, “Elde edilen bu maddi kazanç ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların tamamı 4 kere dönüştürülür ve İstanbul’un deprem riski önemli ölçüde azaltılabilirdi” denildi.
Olası İstanbul depreminde ağır hasar beklenen bina sayılarının ilçe ilçe açıklandığı rapor, özetle şöyle:
“İstanbul’da deprem riski, Avrupa Yakası’nda Haliç ile Küçükçekmece Gölü arasındaki geniş bölgeyi, sahil hattında Bakırköy, Zeytinburnu ve Fatih ilçeleriyle meskûn nüfus yoğunluğu yüksek olan Bahçelievler, Güngören, Bağcılar, Esenler, Bayrampaşa ve Küçükçekmece ilçelerini kapsayan bir alanı tehdit etmekte. Anadolu Yakası’nda ise sahil şeridi boyunca, özellikle eski yapı stokunun yoğun olduğu alanlarda öne çıkmakta.
İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Dairesi Başkanlığı’nca yapılan güncel tahminler doğrultusunda ağır veya çok ağır hasar alması öngörülen binaların, tahmin edilenden 1,8 kat (yaklaşık 86 bin 400 bina) fazla olduğu öngörülüyor.
“İSTANBULLULAR DEPREM SONRASI OLUŞACAK TSUNAMİ RİSKİYLE KARŞI KARŞIYA”
Öngörülen depremin yıkıcı etkilerinin sadece yapı stokunda değil, altyapı sistemlerinde de önemli hasarlar meydana getirmesi beklenmekte. Yapı stoku ve altyapı sistemlerinde beklenen hasarlara ek olarak, deprem sonrası meydana gelmesi olası bir tsunami nedeniyle Marmara Denizi’ne kıyısı bulunan tüm ilçeler ek risklere maruz kalmakta. Kıyılarda yer alan balıkçı barınakları, yeşil ve kamusal alanlar ve dere ağızları, tsunami karşısında hasar görebilirliği yüksek bölgeler. Tüm bunlar nedeniyle İstanbul’un karşı karşıya olduğu deprem tehlikesi, beraberinde getireceği tüm risklerle birlikte ele alınmayı zorunlu kılıyor.
İRAP (İl Afet Risk Azaltma), dört amaç çerçevesinde afet riskini azalmayı hedefliyor: Fiziksel çevre, yönetişim, ekonomi ve toplum. Buna karşın özellikle deprem konusunda en temel fakat en zorlu risk azaltma yöntemlerinden biri olan fiziksel hasar görebilirliğin azaltılması, başka bir deyişle kentsel dönüşüm sorumluluğu, süreç ve mali yük kaynaklı zorlukların en yoğun yaşandığı alan olarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yüklenmiş durumda. Dahası, İRAP kapsamında süren ‘plandan doğan plan’ yaklaşımı ile ilçe ve büyükşehir belediyeleri kentsel dönüşüm odaklı plan ve strateji üretmeye yönlendiriyor. Bu durum, hâlihazırda plansız kentleşmenin deprem riskinin artmasında en önemli etkenlerden biri olduğu ve planlama sisteminin güçsüzleştirildiği günümüz gerçekliğinde, uygulama ve çözüm odaklı eylemlerden uzaklaşma anlamına geliyor. 1999 depremi sonrasında birçok uzmanın hemfikir olduğu bir durum, imar aflarının deprem tehlikesine ek bir tehlike oluşturduğu ve riski artırdığı yönündeydi. Buna karşın 2003 yılından günümüze çıkartılan 7 imar affı, riskli yapıların dönüştürülmesinde önemli bir zafiyeti ortaya çıkardı. Seçim dönemlerinin önemli hamlelerinden biri hâline gelen imar afları, Hazine’ye ait taşınmazların üzerinde bulunan yapı sahiplerine satışından yönetmeliğe uymayan kaçak yapılara altyapı götürülmesine, kaçak ya da kullanım izni bulunmayan, imar planlarına aykırı yapıların ücret karşılığı ‘Yapı Kayıt Belgesi’ düzenlenmesine kadar farklı araçlarla, yönetmeliğe uymadan yapılmış yapıların ücret karşılığında yasallaşmasına olanak sağladı. ‘Af’ ve ‘barış’ gibi kavramların temeline oturan bu düzenlemeler, kentsel adaletin tahsisine bir fayda sunmadığı gibi hâlihazırda mevcut olan kırılganlıkları daha da derinleştirdi.
İstanbul’da son 20 yılda tamamlanan ve yapımı devam eden büyük ölçekli inşaat projelerinden çeşitli fonksiyon değişimleri, mevzuata aykırı uygulamalar ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanları ile elde edilen maddi kazanç, 1,4 trilyon lira olarak açıklanmıştı. Elde edilen bu maddi kazanç ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların tamamı 4 kere dönüştürülür ve İstanbul’un deprem riski önemli ölçüde azaltılabilirdi. Zira İstanbul’daki orta ve riskli üzeri binaların dönüştürülmesinin maliyeti, İBB’nin 2022 bütçe gelirlerinin 10 katından fazla. Bu durum, aynı zamanda deprem riskinin azaltılmasında kentsel dönüşüm sorumluluğunun belediyelerin kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yük olduğu anlamına geliyor. Bu sorumluluk hanelere yüklendiğinde ise yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirinin yaklaşık 9,6 katı bir maliyet ortaya çıkıyor.
“DEPREM RİSKİNİN AZALTILMASI EN KRİTİK ÖNCELİK”
Deprem riskinin azaltılması, Türkiye tarihinde yaşanan afet ve krizler ele alındığında en kritik önceliklerden biri hâline gelmekte. Buna karşın deprem riskinin azaltılmasındaki temel uygulamalar olan yapısal risklerin azaltılması ve kentsel dönüşüm uygulamaları gerek finansal gerekse süreçte yaşanan aksaklıklar nedeniyle çeşitli kesintilere uğruyor. 17 Ağustos depreminin yıl dönümünde İstanbul’da arazi değişimleri ve imar uygulamalarından elde edilen gelirle deprem riski önemli ölçüde engellenebilecekken bu gelirin kamuya geri kazandırılmamış olması, İstanbul’da yetkisi bulunan farklı kurumların deprem riskine yönelik yaklaşımına ilişkin önemli ipuçları sunuyor. Merkezi yönetimin çeşitli plan ve kararlarla afet riskinin azaltılmasında sorumluluğu büyükşehir belediyesi, ilçe belediyeleri ve vatandaşlara yönlendirmesi, esasında deprem ve diğer tüm risklerde önümüzde uzun bir süreç olacağına işaret ediyor. Özellikle riskli yapıların dönüştürülmesinde ihtiyaç duyulan bütçenin elde edilen ranttan karşılanmamış olması, kurum ve kişilerin özünde deprem riskini ciddiye almadığını, bütçenin yaratılamayan bir öğe değil, var iken kullanılması tercih edilmeyen bir kalem olduğunu ortaya koyuyor. Bu konuda başka bir örnek de Cumhurbaşkanlığı’nın ‘örtülü ödenek’ olarak tabir edilen ‘Gizli Hizmet Giderleri’ üzerinden verilebilir. 2011 yılından günümüze, söz konusu giderlerin toplamı ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların yüzde 36,6’sı belediyelere ya da vatandaşlara herhangi bir yük olmaksızın dönüştürülebilirdi.” (ANKA)
7 imar affının riskli yapıların dönüştürülmesinde önemli bir zafiyete neden olduğu belirtilen rapora göre, olası bir depremde hasar alması muhtemel bina sayısı 86 bin 400’den fazla.
İBB’ye bağlı İPA, ‘İstanbul’un Kapısındaki Kriz: Deprem’ raporunu yayınladı. Raporda, İstanbul’da son 20 yılda tamamlanan ve yapımı devam eden büyük ölçekli inşaat projelerine dikkat çekildi. Çeşitli fonksiyon değişimleri, mevzuata aykırı uygulamalar ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanları ile elde edilen maddi kazancın 1,4 trilyon lirayı bulduğu belirtilen raporda, “Elde edilen bu maddi kazanç ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların tamamı 4 kere dönüştürülür ve İstanbul’un deprem riski önemli ölçüde azaltılabilirdi” denildi.
Olası İstanbul depreminde ağır hasar beklenen bina sayılarının ilçe ilçe açıklandığı rapor, özetle şöyle:
“İstanbul’da deprem riski, Avrupa Yakası’nda Haliç ile Küçükçekmece Gölü arasındaki geniş bölgeyi, sahil hattında Bakırköy, Zeytinburnu ve Fatih ilçeleriyle meskûn nüfus yoğunluğu yüksek olan Bahçelievler, Güngören, Bağcılar, Esenler, Bayrampaşa ve Küçükçekmece ilçelerini kapsayan bir alanı tehdit etmekte. Anadolu Yakası’nda ise sahil şeridi boyunca, özellikle eski yapı stokunun yoğun olduğu alanlarda öne çıkmakta.
İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Dairesi Başkanlığı’nca yapılan güncel tahminler doğrultusunda ağır veya çok ağır hasar alması öngörülen binaların, tahmin edilenden 1,8 kat (yaklaşık 86 bin 400 bina) fazla olduğu öngörülüyor.
“İSTANBULLULAR DEPREM SONRASI OLUŞACAK TSUNAMİ RİSKİYLE KARŞI KARŞIYA”
Öngörülen depremin yıkıcı etkilerinin sadece yapı stokunda değil, altyapı sistemlerinde de önemli hasarlar meydana getirmesi beklenmekte. Yapı stoku ve altyapı sistemlerinde beklenen hasarlara ek olarak, deprem sonrası meydana gelmesi olası bir tsunami nedeniyle Marmara Denizi’ne kıyısı bulunan tüm ilçeler ek risklere maruz kalmakta. Kıyılarda yer alan balıkçı barınakları, yeşil ve kamusal alanlar ve dere ağızları, tsunami karşısında hasar görebilirliği yüksek bölgeler. Tüm bunlar nedeniyle İstanbul’un karşı karşıya olduğu deprem tehlikesi, beraberinde getireceği tüm risklerle birlikte ele alınmayı zorunlu kılıyor.
İRAP (İl Afet Risk Azaltma), dört amaç çerçevesinde afet riskini azalmayı hedefliyor: Fiziksel çevre, yönetişim, ekonomi ve toplum. Buna karşın özellikle deprem konusunda en temel fakat en zorlu risk azaltma yöntemlerinden biri olan fiziksel hasar görebilirliğin azaltılması, başka bir deyişle kentsel dönüşüm sorumluluğu, süreç ve mali yük kaynaklı zorlukların en yoğun yaşandığı alan olarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yüklenmiş durumda. Dahası, İRAP kapsamında süren ‘plandan doğan plan’ yaklaşımı ile ilçe ve büyükşehir belediyeleri kentsel dönüşüm odaklı plan ve strateji üretmeye yönlendiriyor. Bu durum, hâlihazırda plansız kentleşmenin deprem riskinin artmasında en önemli etkenlerden biri olduğu ve planlama sisteminin güçsüzleştirildiği günümüz gerçekliğinde, uygulama ve çözüm odaklı eylemlerden uzaklaşma anlamına geliyor. 1999 depremi sonrasında birçok uzmanın hemfikir olduğu bir durum, imar aflarının deprem tehlikesine ek bir tehlike oluşturduğu ve riski artırdığı yönündeydi. Buna karşın 2003 yılından günümüze çıkartılan 7 imar affı, riskli yapıların dönüştürülmesinde önemli bir zafiyeti ortaya çıkardı. Seçim dönemlerinin önemli hamlelerinden biri hâline gelen imar afları, Hazine’ye ait taşınmazların üzerinde bulunan yapı sahiplerine satışından yönetmeliğe uymayan kaçak yapılara altyapı götürülmesine, kaçak ya da kullanım izni bulunmayan, imar planlarına aykırı yapıların ücret karşılığı ‘Yapı Kayıt Belgesi’ düzenlenmesine kadar farklı araçlarla, yönetmeliğe uymadan yapılmış yapıların ücret karşılığında yasallaşmasına olanak sağladı. ‘Af’ ve ‘barış’ gibi kavramların temeline oturan bu düzenlemeler, kentsel adaletin tahsisine bir fayda sunmadığı gibi hâlihazırda mevcut olan kırılganlıkları daha da derinleştirdi.
İstanbul’da son 20 yılda tamamlanan ve yapımı devam eden büyük ölçekli inşaat projelerinden çeşitli fonksiyon değişimleri, mevzuata aykırı uygulamalar ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanları ile elde edilen maddi kazanç, 1,4 trilyon lira olarak açıklanmıştı. Elde edilen bu maddi kazanç ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların tamamı 4 kere dönüştürülür ve İstanbul’un deprem riski önemli ölçüde azaltılabilirdi. Zira İstanbul’daki orta ve riskli üzeri binaların dönüştürülmesinin maliyeti, İBB’nin 2022 bütçe gelirlerinin 10 katından fazla. Bu durum, aynı zamanda deprem riskinin azaltılmasında kentsel dönüşüm sorumluluğunun belediyelerin kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yük olduğu anlamına geliyor. Bu sorumluluk hanelere yüklendiğinde ise yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirinin yaklaşık 9,6 katı bir maliyet ortaya çıkıyor.
“DEPREM RİSKİNİN AZALTILMASI EN KRİTİK ÖNCELİK”
Deprem riskinin azaltılması, Türkiye tarihinde yaşanan afet ve krizler ele alındığında en kritik önceliklerden biri hâline gelmekte. Buna karşın deprem riskinin azaltılmasındaki temel uygulamalar olan yapısal risklerin azaltılması ve kentsel dönüşüm uygulamaları gerek finansal gerekse süreçte yaşanan aksaklıklar nedeniyle çeşitli kesintilere uğruyor. 17 Ağustos depreminin yıl dönümünde İstanbul’da arazi değişimleri ve imar uygulamalarından elde edilen gelirle deprem riski önemli ölçüde engellenebilecekken bu gelirin kamuya geri kazandırılmamış olması, İstanbul’da yetkisi bulunan farklı kurumların deprem riskine yönelik yaklaşımına ilişkin önemli ipuçları sunuyor. Merkezi yönetimin çeşitli plan ve kararlarla afet riskinin azaltılmasında sorumluluğu büyükşehir belediyesi, ilçe belediyeleri ve vatandaşlara yönlendirmesi, esasında deprem ve diğer tüm risklerde önümüzde uzun bir süreç olacağına işaret ediyor. Özellikle riskli yapıların dönüştürülmesinde ihtiyaç duyulan bütçenin elde edilen ranttan karşılanmamış olması, kurum ve kişilerin özünde deprem riskini ciddiye almadığını, bütçenin yaratılamayan bir öğe değil, var iken kullanılması tercih edilmeyen bir kalem olduğunu ortaya koyuyor. Bu konuda başka bir örnek de Cumhurbaşkanlığı’nın ‘örtülü ödenek’ olarak tabir edilen ‘Gizli Hizmet Giderleri’ üzerinden verilebilir. 2011 yılından günümüze, söz konusu giderlerin toplamı ile İstanbul’daki orta ve üzeri riskli yapıların yüzde 36,6’sı belediyelere ya da vatandaşlara herhangi bir yük olmaksızın dönüştürülebilirdi.” (ANKA)