Analiz / Doç. Dr. Osman TEK
15 Temmuz 2016, Türkiye siyasi tarihinde bir kırılma anı. Ancak bu olay, yalnızca tankların, jetlerin ve silahların konuştuğu bir kriz anı olmaktan çok daha fazlasını ifade ediyor. O geceyle birlikte sadece fiziki iktidar mücadeleleri değil, aynı zamanda “hakikat”in de rejimi değişti. Peki bugün “doğru” dediğimiz ne kadar doğru? Ve kim için?
Fransız düşünür Michel Foucault’nun ortaya koyduğu gibi, hakikat çoğu zaman objektif bir yansıma değil; iktidar yapılarının şekillendirdiği bir inşa sürecidir. 15 Temmuz’un hemen ardından “Hizmet Hareketi” adını taşıyan dini cemaatin bir anda “FETÖ” adıyla anılmaya başlaması, bu söylem değişiminin en belirgin örneğidir.
Artık bir banka hesabı bile suç delili, bir gazete aboneliği ihanet işareti, bir sosyal medya beğenisi ise güvenlik tehdidi olarak değerlendirilebiliyor. Söylem, Foucault’nun tarif ettiği şekilde yalnızca neyin konuşulacağını değil, aynı zamanda kimin konuşabileceğini de belirliyor. Ve daha önemlisi, kimin susması gerektiğini.
15 Temmuz sonrası dönemde Türkiye’de söylemi belirleyen temel aktör devlet aygıtı oldu. Yargı, medya, eğitim kurumları ve hatta dinî yapılar, bu yeni hakikat rejiminin taşıyıcı kolonlarına dönüştü. Devlete bağlı medya, “doğruyu söyleme” hakkını tekeline alırken; bağımsız gazeteciler, akademisyenler ve sivil toplum aktörleri ya etiketlendi, ya da susturuldu.
Artık bir kimlik değil, bir statü belirleniyor: “Terörist” ya da “şehit”, “hain” ya da “kahraman”. Bu etiketler bireylerin gerçek eylemlerinden çok, söylem içindeki yerlerine göre dağıtılıyor. Söylem sadece anlatmıyor; gerçekliği yeniden üretiyor.
Bugün Türkiye’de binlerce insan hâlâ konuşamıyor. Çünkü konuştuklarında hangi kimliğe bürünecekleri belli: Şüpheli. Bu, yalnızca hukukî bir tehdit değil; aynı zamanda sosyal dışlanma, meslekî yıkım ve hatta toplumsal linç anlamına geliyor. Konuşamayanların yerini ise konuşması beklenen yapılar — çoğu zaman tek merkezli medya ve resmi ağızlar — çoktan doldurdu.
Ve işin ironik yanı: Sessizlik bile artık söylemin parçası.
Bugün geldiğimiz noktada mesele, Hizmet Hareketi’nin ne olduğu ya da kimlerin darbeyle ilişkili olduğu meselesi olmaktan çıkmış durumda. Mesele, artık kimin hakikati yazdığı. Foucault’nun da dediği gibi, hakikat yalnızca “doğru bilgi” değil; kimin bu bilgiyi üretmeye hakkı olduğudur.
Bu nedenle, 15 Temmuz’dan sonra yaşananlar bir darbe girişiminin bastırılması değil, yeni bir hakikat rejiminin inşasıdır. Ve bu rejimde kelimeler artık sadece tanımlar değil; silahlardır. Toplumlar, neye “hakikat” diyeceklerini yalnızca bilgiye bakarak değil; söylemi kimin kurduğuna göre karar verir. Bugün Türkiye’de yaşanan da tam olarak budur: Bir bilgi değil, bir ikna süreci. Ve bu sürecin sonunda kazanan, gerçeği elinde tutan değil; onu söyleme gücüne sahip olandır.