Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ülkesinin İstanbul’daki konsolosluk binasında 2 Ekim tarihinde kaybolmasından beri uluslararası medya gözlerini Türkiye’ye çevirdi.
Kaşıkçı’nın kaybolmasının üzerinden 48 saat geçmeden Kaşıkçı’nın Türkiye’deki yakın dostları AKP milletvekili Yasin Aktay ve TRT Arapça direktörü Turan Kışlakçı’nın vesilesi ile Kaşıkçı’nın ölmüş olabileceği duyuruldu.
Ahval’den Gazeteci İlhan Tanır’ın konuyla ilgili analizi şöyle;
Kaşıkçı’nın Washington Post yazarı olması ve Washington’daki tanınırlığı, gazeteci olsa da(!) başına bir şey gelmesinin uluslararası arenada etki yapabileceğini de gösterdi ve Washington’ın güçlü aktörlerini müdahaleye zorladı. Olayın meydana geldiği ülke, yıllardır dünyada en çok gazeteci hapseden ülke ve özgür basını çökertmiş bir rejim olmasına rağmen Türk yetkilileri de dünyaya kendilerini basın özgürlüğü bayraktarları olarak tanıttı.
ABD kanalları olayı üst sıralarda taşımaya ve unutmamayı sürdürüyor. Bu ilgiyi en kullananlardan biri ise şüphesiz Türkiye’nin güçlü ve otoriter lideri Recep Tayyip Erdoğan.
‘Drip drip’ şeklinde ‘sızdırılan’ Kaşıkçı’nın muhtemel ölümü ile ilgili bilgiler Erdoğan yönetimine uluslararası medyayı yönetme imkânı verdi.
İlk birkaç gün ismi verilmeyen yetkililer, Kaşıkçı’nın muhtemelen öldürülüp, parçalara ayrıldığını söyledi. Bu bilgiler çok kısa bir zaman içinde Batı medyasında yer almaya başladı.
Kaşıkçı’nın kaybolmasından itibaren birkaç gün boyunca kendisinin öldürülüp, parçalara ayrılmış olabileceği yönündeki sözler Kaşıkçı’nın yakın dostları tarafından dillendirilmeyi sürdürdü.
9 Ekim tarihinde New York Times’a konuşan üst düzey Türk yetkilisi Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Konsoloslukta ‘Pulp Fiction’ filmine benzer şekilde testere ile parçalanarak öldürüldüğünü söyleyerek, ABD kamuoyunun nasıl ilgisini çekeceğini bildiğini gösterdi.
Şimdiye kadar Türk ve Amerikan medyasında çıkan haberlerde konuşan üst dereceli Türk yetkililerin koordineli şekilde konuştuğu belli. Sistematik bir şekilde ve belli ki Batılı basın kuruluşlarına güven verecek şekilde Kaşıkçı’nın ölümünün nasıl gerçekleştiğini ayrıntı da vererek anlatabilecek seviyedeler.
Daily Sabah ‘sızıntıları’ hep en iyi alan oldu. Dünyanın her yerinde büyük bir haber olarak kabul edilecek bu ‘sızıntı’ haberlerin ise AKP hükümetinin izninin dışında ve koordinesiz olması imkânsızdı.
Her ne kadar Türkiye’de basının şimdilerde yüzde 90 civarı Erdoğan rejimince kontrol ediliyorsa da, çok seyrek olsa da arada sırada AKP medyasında Erdoğan’ı kızdıracak bazı bilgiler yer alabiliyor. Ne var ki, Kaşıkçı ayarında uluslararası bir olayın Saray’ın kontrolü olmadan sızdırılması düşünülemez.
Bir tarafta New York Times ve Washington Post, Kaşıkçı’nın öldürüldüğünü bazı ayrıntılarıyla anlatırken, 10 Ekim tarihine kadar bu operasyonun nasıl yapıldığı öğrenilemedi. 8 Ekim günü ise Erdoğan’ın damadı ve ülkenin iki numaralı güçlü yetkilisi Berat Albayrak’ın abisinin medya organı Daily Sabah 15 kişilik bir ‘hit’ ekibinin iki ayrı jet ile İstanbul’a geldiğini, 9 ve 10 Ekim’de bu ekibin isim ve havaalanı giriş resimleri ile verdi.
Buna göre aynı gün bu 15 isim, içinde Suudi Adli Tıp Kurumu’nun başkanı da dâhil olmak üzere, Türkiye’ye inmiş ve aynı akşam geri, ülkelerine dönmüşlerdi.
Daily Sabah’ın yanında AKP hükümetine ve Katar hükümetlerine yakınlığı ile bilinen Middle East Eye denen haber sitesi de Türk üst yetkilisi ile görüşmeye, D.Sabah’a sızdırılan bazı bilgilerin daha önce yayınlanmamış ayrıntılarını vermeye başladılar. Örneğin polisin Konsolosluk ve Rezidansın bahçesini kazmaya başlamak istemesini ve kanalizasyondan polisin zaten yeteri kadar kanıt bulduğunu MEE’den 10 Ekim günü öğrendik.
11 Ekim tarihinde ise bu kez Türk yetkililer ilk önce Türk medyasına ortada bir de video ve ses kaydı olduğunu ifade ettiler. Olayın videosu ve sesi konuşulmaya başlandı.
12 ve 13 Ekim günlerinde sızıntılar birden durdu. S. Arabistan Kralı Erdoğan’ı aradı. Cumartesi günü iki yıldır Türkiye’de tutuklu bulunan Amerikalı papaz Andrew Brunson, Oval Ofis’te Trump’ın konuğu oldu.
Kaşıkçı olayında yeni sızıntıların olmaması, Türk basını ve ABD basınının tamamıyla Trump’ın ‘başarılı’ ‘esir kurtarma’ operasyonuna odaklanmasına yol verdi. Türk lirası 6 liranın altına indi.
Hattı zatında Sabah’ın doğrulanamayan haberleriyle ünlü, muhalif gazeteciler hakkında sundukları ‘dosya’ lar ile bilinen iki muhabiri 12 Ekim günü yine Sabah’ta yazdıkları haberde kaydın Kaşıkçı’nın bileğinde bulunan Apple saati ile kaydedildiğini ve iCloud vasıtasıyla dışarı gönderildiği şeklinde yine ‘sızdırma’ bir habere imza attılar. Ancak bu kısa zaman içinde Apple yetkilisince yalanlandı. Yalanlama CNN’de yayınlandı. iPhone’nda parmak izi teknolojisi yok, dendi.
Bu yalan; Türk istihbarat yetkililerin farklı metotlarla dinlemeye aldığı Suudi Konsolosluk binasında, kendi rollerini perdeleme girişimi olarak kabul edildi.
Ne var ki ortada bir video ve ses olduğu Batılı itibarlı basın kurumlarında, ‘üst düzey bir Türk yetkiliye’ atıf yapılarak taşınmaya devam etti. Öyle görünüyordu ki bu bilgileri, Batılı kaynakların sayfalarına taşıyacak kadar ciddi ve üst yetkili bir Türk veriyordu.
Pazartesi günü, 15 Ekim’de tekrar sızıntılar başladı.
Washington’daki bazı Türkiye uzmanlarına göre Türkiye’nin yeniden sistematik bir şekilde sızıntıları başlatmasının nedeni, Ankara’nın Washington ve Riyad’dan istediği ve beklediği tavizleri alamaması ve taleplerin gerçekleşmemesi olabilirdi.
Bütün bunlar olurken Suudiler ‘video kayıtlarımız çalışmıyordu’ ve ‘Kaşıkçı’nın nikâhlısı olan kişi aslında nikâhlısı değil’ gibi pek ipe sapa gelmez bahanelerle geçirdikleri 10 gün sonrasında CNN vasıtasıyla, yanlış giden bir sorgulama sonrası Kaşıkçı’nın öldüğünün kabul edilmesi ve sorumlulara ceza kesileceği ihtimalini sızdırdı.
Görünen o ki Suudiler tamamen köşeye sıkışmıştı.
Haftanın sonuna doğru geldiğimizde halen sızıntılar sistematik şekilde devam ediyor.
Her gün drip drip artırılan dozaj, ‘Pulp Fiction’lı Batı referansları ile Erdoğan, propaganda makinesi Batılı medyanın aklını başından alıyor.
Birkaç yıldır Erdoğan’ı ‘baskı’ ile suçlayan Washington Post, onu ‘gerçeklerin peşinde’ gitmesinden dolayı örnek dahi gösterdi.
2013 yılında gerçekleşen Mısır’daki darbenin tam tamına zıt kutuplarında yer alan Erdoğan ile Kral Salman rejimleri bölgede görünmez bir mücadele içinde idi. S. Arabistan güçlü ekonomisi ve bölgedeki güçlü müttefikleri ile Türkiye’yi zorluyordu. Erdoğan ise bir seçimden diğer bir seçime koşarken yabancı ülkeleri ülkede olanlardan sorumlu tutarak, dış politikayı tamamen seçimlerin aleti yaptı. Batı ve Doğu’da birçok müttefik küstürdü, yalnızlaştı.
Örneğin 2013 yılındaki Gezi protestolarından Almanya’yı sorumlu tuttu. Ülkedeki Alevilerin Almanlarca provoke edildiği AKP medyasınca ve ileri gelen medya figürlerince kulaktan kulağa fısıldandı.
2016 yılı darbesi sonrasındaki dönemde, yine Gülencilerin lideri Fethullah Gülen’i konuk etmesi ve İncirlik Hava Üssü’nden darbeye katılanların fazlalılığı nedeniyle ABD baş düşman ilan edildi. Referandum da sıra Hollanda ve diğer bazı Avrupa ülkelerinin ‘Haçlı’ saldırılarına karşı direnmekti!
Ülkedeki her tansiyon, Erdoğan’ı daha çok güçlendirdi. Bu arada kendisi de 2007 yılında başladığı Türk medyasını satın alma girişiminde büyük yollar kat etti. Baskılar ile birçok düşman medya organını müttefiklerinin eline geçirdi. Ne var ki bu yollarda ilerlese de, 2016 yılının ilk yarısında halen çok güçlü bir eleştirel medya varlığını koruyordu.
Bu dönemde, yüzlerce online haber sitesi büyük ilgi ve güç topluyordu. Erdoğan gündemi belirlemede zorlanıyordu. Zamanın başbakanı Ahmet Davutoğlu, bir Saray darbesi ile 2016 yılının mayıs ayının ilk haftasında alaşağı edilmişti. Davutoğlu’nun kendine göre medyada ve hükümette taraftarları vardı. Davutoğlucular ile Erdoğancılar işte tam bu dönemde kavgaya tutuştu.
Erdoğan’ın kendi tabanı, devlet medyasının elinin ve kontrolünün altında idi ama bu Erdoğan’a yetmiyordu. Erdoğan, üniversite diploması tartışmasını dahi gündemden indiremiyordu. Bir de tam bu süreçte Reza Zarrab bombası patladı.
Ülkede halen süren zayıf da olsa demokrasi frenleri, bürokratik ve yargı engelleri Erdoğan’a istediği hızda muhalifleri, yani düşman haline getirilmiş Gülencileri ve diğerlerini devletten ve ordudan temizlemesine izin vermiyordu.
Bütün bunlar 2016 yılının 15 Temmuz’undaki darbe girişimi ile bir anda kesildi.
Hayatına kastedilen gecenin sabahında Erdoğan kendisine ‘ilahi bir hediye’ geldiğini henüz darbenin bastırılışının çok erken saatlerinde söyleyiverdi.
Birkaç gün sonra itirazsız bir şekilde olağanüstü hal ilan etti.
Kararname ile ülkeyi yönetme gücüne sahip olan Erdoğan, hızlı bir şekilde ülkedeki bütün muhalif gazetecileri hapsetti, 180’den fazla medya kanalı kapatıldı.
Gazeteciler ‘darbeci’ olarak evlerden toplandı. O zamandan beri Gülencilerin yanı sıra; onbinlerce muhalif, solcu, Alevi, liberal ve tabii Kürtler ‘temizlendi.’
Bu yıla kadar baskı ile, tehdit ile, satın alma ile, vergi cezaları ile, telefon emirleri ile ve olmazsa Erdoğan tarafından seçim kampanyalarında isim vererek doğrudan gazetecileri hedeflemekle elde ettiği basın üstündeki baskıyı artık Erdoğan doğrudan medya organlarını kapatarak, hâkimleri atarak, orduyu temizleyerek yaptı.
Hâlbuki Erdoğan her zaman böyle yönetmiyordu ülkeyi. 2013 yılında Taksim’in kalbindeki Gezi adındaki yeşil parkı koruma fitiliyle başlayan ama bütün yurda kısa bir zamanda yayılan protestolar ile birlikte Türkiye’nin güçlü lideri taktik değiştirmeye karar vermişti.
Haddini bilmeyerek protesto edenler şeytanlaştırıldı.
2013 yılına kadar hükümetin PR’ını Gülenciler kökleşmiş ve profesyonelleşmiş kurumları ile yapıyorlardı. Bu yılın ortalarından itibaren Gülencilerle kavga girildiğinden itibaren Erdoğanist medya öne çıkmaya başladı.
Erdoğanizmin İngilizcesi, Daily Sabah 2014’ün ikinci ayında kuruldu.
2014’den beri Erdoğan’ın medyası, muhalif gazetecileri ve liderleri çoğu zaman şeytanlaştırdı.
Bu her geçen ay daha bayağılaştı.
AKP medyası, muhalif gazetecilerin bir anda yıllar önceki attığı twitleri buluyor, yazdığı yazıdaki bir cümleye yapışıyor ‘teröristleştiriyordu.’
Darbeden sonra, 2015 yılında yapılan iki seçimde de 6 milyonun üzerinde oy alan Kürt lider Selahattin Demirtaş bir anda ‘terörist’ ilan edildi ve Demirtaş’ı Twitter’de takip dahi edenler bugünlerde cezalandırılmaya başlandı.
Medyadaki tehditkâr kalemler sabah, akşam toplumda muhalifleri ‘kriminalize’ etti.
Erdoğan acımasız yöntemleri ile ve tabii ki aptal düşmanlarının ve muhalif liderlerinin yardımıyla ülkede 10 yıl önce dillendirdiği hedeflerini birer birer gerçekleştirirken, dışarıdaki bütün itibarını ise kaybetti.
İçeride olabildiğince güçlü görünen ama ekonomisi büyük depremler yaşayan Erdoğan yönetiminin eline bu kez, uluslararası çapta bir fırsat çekti.
Bir taraftan ortadan kaldırılan Suudi gazetecinin kendi siyasi çizgisine ve Türk devleti ile olan yakın bağından bahsetmeden, basın özgürlüğüne sahip çıkar göründü.
İran’a yeni yaptırımlar getirmeyi planlayan, bundan dolayı da Suudilerin daha çok petrol üretmesine bel bağlayan Trump’ın ve Riyad’daki genç prensin Erdoğan’ın bu işi fazla uzatmamasına ihtiyacı var. Ve Erdoğan, özellikle son beş yıldır geliştirdiği taktiklerin ve propaganda makinesinin gücü ile hem Washington hem de Riyad’ı tavize zorluyor.
Bu sırada, tümüyle elinin altında bulunan enformasyon kanalları ile dozajı istediği zaman yükseltiyor, istediği zaman kesiyor ve istediği zaman dezenformasyon ile bozuyor. Bu kez elinde 2013’de Gezi’de yaptığı gibi komplo teorileri değil, görünen o ki gerçek materyaller var.
S. Arabistan’ın bir gazeteciyi kendi misyon binasında öldürdüğü yolundaki korkunç şüpheler gün geçtikçe artıyor.
Erdoğan 15 yıldır içeride kusursuz bir makineye döndürdüğü medya yönetimini şimdi eline geçen fırsat ile uluslararası arenada kullanıyor.
Aylardır Washington’da gelen tehditler yerini bir anda Papaz Brunson’ın serbest kalması ile gülücüklere bırakıyor.
Trump’a gelen ‘kurtarılan Brunson’ seçim hediyesi Trump tarafından defalarca sevgi demetleri ile karşılanıyor.
Görünen o ki Erdoğan’ın eline düşen fırsatlar eşliğinde Batı’nın yapabileceği pek bir şey yok.
Türkiye, bir kez daha emlak değeri yardımıyla ekonomik ve siyasi olarak bulunduğu zor durumda Erdoğan rejimi için yeni fırsatları yavaş yavaş kullanıyor.